Gelişmekte olan ülkelerin hepsinde, ekonomik gerileme sürüyor. Avrupa’da ise, ekonomik zorluk içindeki ülkeler toparlanıyor. Avrupa Birliği Merkez Bankası (ECB), ihtiyacı olan şirketlere doğrudan borç vererek, basılan paranın birlik içinde kalmasını sağladı. ECB, büyüme ve enflasyon beklentilerini aşağı güncellerken, ek genişleyici bir adımın da gelebileceğinin işaretini verdi. ABD’deki büyüme, gelişmekte olan ülkeler ortalamasının üzerinde. ABD Merkez Bankası’nın (Fed) faiz artışına kadar, gelişmekte olan ülkelere kaynak aktarımı sınırlı kalacak. Fed’in faiz artırımının, bu ay içinde gerçekleşmesi bekleniyor. Bazı kaynaklar ise, faiz artırımının aralık ayına bırakılacağı görüşündeler.
Türkiye, bir düzelme başlasa bile, bundan en son pay alacak ülkeler arasında gösteriliyor. Kasımda yapılacak seçimlerden sonra kurulacak hükümete kadar, Türkiye’ye yabancı para girişi kısıtlı kalacak. Oysa, ülkemizin dış borçları geriliyor. Kamunun net dış borcunun Milli Gelir’e oranı, yüzde 9.8 ile, tarihi en düşük noktalarda. Metodoloji değişikliği ile geçen aydan itibaren artı olarak açıklanan reel sektör kısa vadeli net döviz pozisyonu ise firmaların döviz varlıklarını artırmaları sonucunda
Göç sorunu gittikçe büyüyor. Avrupa soruna çare arıyor, bulamıyor. Sorun, kaçınılmaz olarak, ABD’ye sıçrayacak. Binlerce göçmen, Akdeniz’in sularında boğuldu. Göçmenler gemilerle zor geçilen suları botlarla aşmaya çalışıyor. Avrupalılar kendi ülkeleri dışında göçmen yerleştirme merkezleri oluşturmak istiyor. Merkel, göçmenlerin bir türlü “Alman”laşamadıklarından dem vurarak, onları sınır dışı etmek istedi, olmadı. Ülkelerinden ayrılan göçmenler, başka ülkelerdeki olanakları gördükçe, ülkelerine geri dönmek istemiyorlar. Bir çeşit, mevcut düzene baş kaldırma harekâtı başlıyor.
ABD’de Cumhuriyetçilerin başkan adayı olmak isteyen Donald Trump, Meksika sınırına duvar örülmesini önerdi. “Çin Seddi”ni örnek verdi ve benzer bir yapının mutlaka yapılması gerektiğinden söz etti. Sorun, sınırları kontrol etmekle de bitmiyor. Geleceği tahmin etmeye çalışan bilim adamları, önümüzdeki 30 yılda, göçmenlerin toplu halde aynı anda birçok gemiyi ele geçirip; Avrupa ve ABD’ye göç etme olasılığından bahsediyor.
Yanlış politikalar
ABD, Rusya ve Avrupa sınırları dışında ve kendilerinden uzak olması şartıyla, her türlü bölünmeyi, iç ve komşular arası savaşı teşvik etti. Her iki tarafa da silah satıldı;
Reklamcılığın, 7 altın kanunu var:
Kelimeleri enerji ile yükleyeceksiniz. İnsanlar onlarda bir ışık görmeli. Bir değişiklik, bir yenilik, bir hareket görmeli.
Tek kişiye değil, kitlelere hitap edeceksiniz. Ama, kişilerin çoğu da mesajda kendine ait bir şeyler bulabilmeli.
İnsanların kalplerini kazanmaya çalışacaksınız. Çünkü, insanların bellekleri ve akılları, kalplerini takip eder.
Size zamanını vermeyen, parasını da vermez. İnsanlara önce kendinizi anlatmanız, sizi dinlemeleri için zamanlarını almanız gerek. Zamanını veren, parasını da verecektir.
Önce insanların kulaklarına hitap ediniz. Gözler, kulakları takip eder.
Risk ve getiri ters orantılıdır. Ancak, bir süre için, az riskli yüksek getiriden bahsedilebilir. Reklamcılar, bu süreyi kullanır.
İnsanları az riskle daha çok kazanç sağlayabileceklerine ikna etmeye çalışırlar.
17. yüzyılın ortalarına kadar Müslümanların Avrupa’ya yani kâfirler diyarına gitmeleri hoş karşılanmazdı. Hatta bu ülkelerde ikamet etmeye kalkmak yargıya gidebilecek ölçüde bir suçtu. Bu anlayış Osmanlı’nın geri kalmasında önemli rol oynadı.
Amerika’nın haritasını Kolomb’dan önce 1513’te gösteren ve gâvur diyarıyla ilgili olduğu için açıklanamayan Piri Reis haritası bile, 1929’da Topkapı Sarayı’nda bir Alman tarafından keşfedildi. (Bu haritanın 21 paftasından 20’si sonradan yok oldu; paftalardan bazıları Topkapı Sarayı Müzesi’nde üzerinde yemek yenirken bulundu.)
Yine de Avrupa’ya giden ilk Müslüman gezginler Türkler oldular. Evliya Çelebi, 1665’te bir Türk misyonuna katılarak Viyana’yı ziyaret etti. Evliya Çelebi Seyahatnamesi’nde “Gördüğüm en inanılmaz şey” diyerek, Viyana’da kadınlara gösterilen hürmeti anlatıyordu. Avusturya İmparatoru’nun kadınlara yol göstererek, onlardan sonra kapıdan geçtiğini, şapkasını çıkararak kadınları selamladığını görmüştü.
Avrupalıların kadınlara gösterdikleri saygı, muhtemelen İsa’nın anası Meryem Ana’ya olan saygıdan kaynaklanıyordu. Oysa Müslüman geleneklerine göre hukuken ve dinen ikinci sınıf kabul edilen ve her haktan
2008 global krizini tahmin eden Minsky, “Bir enflasyonu durdurmanın yolu, ekonomiyi tüketim malları ile doldurmaktır ve bunu başarmanın bir yolu da dış ticaret hesabında önemli bir açık vermektir” diyor. Geçtiğimiz 10 yılda, bizim yaptığımız da bu oldu. Şimdi ise, açığı nasıl kapatabileceğimizi tartışıyoruz.
Merkez Bankaları finansal istikrasızlığın baskılanmasından ve dengelenmesinden sorumlu olan kurumlardır ve ilave olarak bunu önleme sorumlulukları da vardır. En önemli istikrarsızlık kaynağı ise, yüksek enflasyonlardır. Bu nedenle de, Merkez Bankamız, enflasyonu yükseltmeme yönünde hedefleme yapmakta ve tedbir almaya çalışmaktadır.
Hızla büyüyen bir kamu kesiminin enflasyonist etkisi, yalnızca kamu kesiminin açık vermesine bağlı değildir. Dengede olan veya faiz dışı fazla veren bir bütçeyi sürdürebilmek, kamu harcamaları arttığında, gelirlerin de arttırılmasını gerektirir.
Şimdi yapmaya çalıştığımız gibi, enflasyonist olmayan bir büyüme peşinde isek ve yatırımcılar ile finansal kurumlar likidite ve güvenlik istiyorlarsa; politik istikrarı sağlar sağlamaz, maliye politikası ve açık finansman politikası ile genişlemeyi sağlamalıyız.
Kredilendirmek...
Kredi vermek, hizmetlerini yaymak
Vadesiz ve vadeli mevduat-lar, bankanın başkalarına borçlu olduğu fonlardır. Toplam varlıklar ve borçlanılan fonlar arasındaki fark, banka öz sermayesinin defter değeridir; banka sahiplerinin yaptığı yatırımının bir ölçüsüdür. Ekonominin sakin olduğu dönemler boyunca, bir bankanın piyasa değeri, defter değerinden çok daha fazla olabilir. Borsamızda, halen, bankalarımızın piyasa değerleri, defter değerlerine çok yaklaşmış vaziyette.
Örneğin, bir banka, varlıklarını 25 milyar TL, sermayesini 1.25 milyar TL gösteriyor ve dağıtılmamış kârı varsa, varlık/yatırım oranı 20’dir. Dahası, eğer banka vergi ve kredi zararları karşılıkları sonrası 187.5 milyon TL kâr ediyorsa, kâr-varlık oranı 0.75 ve banka sahibinin sermayesinin getirisi 0.15 olacaktır. Bu bankanın kârlarının üçte birinin dağıtıldığı varsayılırsa, dağıtılmamış kârların yatırıma oranı yüzde 10 olacak ve sermayesi yılda yüzde 10 artacaktır.
Bir başka banka farz edelim, varlıkların yönetiminde tam olarak kârlıdır; varlık/yatırım oranı 12’dir. Böyle bir banka 25 milyar TL varlık ve 2.085 milyar TL öz sermayeyle, varlıklardan 187.500 TL (yüzde 0.75) ya da öz sermayeden yüzde 9 kazanacaktır. Kâr payı yüzde 5 olursa, dağıtılmayan
Hyman P.Minsky’nin dilimize de çevrilen “İstikrarsız Bir Ekonominin İstikrarı” (Stabilizing An Unstable Economy) isimli eserinde, “Yükümlülükleri para olan bankalar, finansman faaliyetleri kasalarındaki parayla sınırlı olan tefecilerden farklıdırlar” deniliyor.
Gerçekten de bankalar, bir borçlu adına gelecekte ödeme yapmak için yükümlülük üslenerek borç verirler. Bankacılığın bu özelliği, finansal ve ekonomik yapıya esneklik sağlar ve mevduattan sağlanan nakit girişlerine ilişkin risk belirsizliği karşısında, işletme yükümlülüklerin üstlenilmesine imkân verir.
Bankacılık dinamik, yaratıcı ve kârlı bir iştir. Banka girişimcileri, varlık ve yükümlülüklerini düzenleyerek, aktif olarak servetlerini arttırma ve algılanan kâr fırsatlarının avantajlarını elde etme peşindedirler.
Bankacılık faaliyetleri
Bankacılık, salt borç verme faaliyeti değildir. Temel bankacılık faaliyeti, kredilendirilen tarafın kredi değerliğini kabul etmek, yani buna kefil olmaktır. Banka, bir borç aracını kabul ederek, borçlunun yapmayacağı ve yapamayacağı belirlenmiş ödemeleri yapmayı kabul etmiş olur. Böyle bir kabul ya da ciro edilmiş bir senet, piyasada satılabilir. Bu amaçla, gelişmiş
IMF, Merkez Bankası ve Akbank kaynaklarından derlenen aşağıdaki tablo, gelişmekte olan dört ülkenin dış finansman ihtiyacını gösteriyor. Bu tablodan, ülkemizin kısa vadeli borçlarının ve finansman ihtiyacının yüksek olduğunu görüyoruz.
Yukarıdaki tablonun devamı sayılabilecek aşağıdaki tabloda ise, aynı ülkelere ait dış finansman ihtiyacının, brüt rezervlerine olan oranları var. Görüldüğü gibi, Türkiye’nin döviz rezervlerinin 1 yıldan kısa vadeli borçlarını karşılama oranı oldukça düşük. Değerlendirme kuruluşları da bu nedenle uyarılarda bulunuyorlar.