Ekonomi yavaş adımlarla da olsa giderek kötüleşiyor:
-Bu yıl büyüyoruz ama tüm dünya büyüyor. Ancak bizim büyümemiz, gelişmekte olan ülkeler ortalamasının altında kalacak. Küresel rekabetimizi ve üretimimizi arttıramıyoruz.
- Avrupa ülkelerinde ekonomi bozuluyor. Halen nispeten iyi görünen ülkeler de, diğerlerine yardım etmek yüzünden istenilen büyümeyi yakalayamayacaklar. Dolayısıyla, bizim Avrupa ülkelerine olan ihracatımız düşecek. Avrupa dışındaki ülkelere olan ihracatımızı arttıramazsak, bu gelişme üretimimizin de düşmesine neden olacak.
- Bizimkilerin açıklamalarının aksine, enflasyon gittikçe artacak. Yalnız bizde değil, zor durumdaki kuruluşlara yapılan devlet yardımları nedeniyle artan küresel likidite, tüm dünyada enflasyonu yükseltecek.
- Gelişmekte olan ülke merkez bankaları, faiz oranlarını gelişmiş ülke merkez bankalarından önce yükseltecek. Bu konuda IMF baskısı da oluşacak. Merkez Bankamız da giderek faizleri yükseltmek zorunda kalacak. Artan enflasyon ve yükselen faizler, yeni yatırımları ve büyümeyi engelleyecek.
- Gelişmekte olan ülkelerin paraları değer kazanmaya devam edecek. Biz de bu gelişmeden payımızı alacağız. Kısacası, Türk Lirası mevcut değerli
Ülkemizde yaşanan en büyük vergilendirme gafı, “off-shore” uygulanması oldu. Mali sektörümüzde 1990 yılı başından itibaren başlayan “off-shore” uygulamaları, gittikçe büyüyerek bir çılgınlık halini aldı. Yalnız mali kuruluşlar değil büyük yatırımcılar da “off-shore” merkezlerde yatırım yaparak, vergi kaçırma ve bu nedenle de bir çeşit kara para aklama operasyonlarına giriştiler. Bu gelişmeden ülke ekonomisi büyük zararlar gördü ve 1990 sonrası krizlerin temel nedenlerinden biri “off-shore” uygulaması oldu.
“Off-shore” uygulamaları sonucunda veya bu uygulamaya dahil işlemler için:
- Faiz gelirleriyle ilgili vergiler ödenmedi.
- Türklerin bir bölüm hisse senedi ve tahvil alımları “yabancı alışı” gibi gösterildi.
- Kaynak Kullanımı Destekleme Fonu kesintileri yapılmadı.
- Mevduat Munzam Karşılıkları yatırılmadı.
- Disponibilite yükümlülükleri yerine getirilmedi.
Borsa, ekonominin ve siyasetin kan damarıdır. Bu nedenle, borsa ve piyasaları istediğiniz gibi vergilendiremezsiniz. Prensip olarak, bütün dünyada borsa ve piyasalardan işlem vergisi alınmaz ama kazanç vergilendirilir. İşlem vergisi alınan piyasa ve borsalar varsa da, vergi veya masraf oranları çok düşük tutulmuştur.
Borsa ve piyasaları vergilendirirken, aşağıdaki prensiplerden hareket edilir:
- Ülke vatandaşları ve yabancı yatırımcılardan aynı oranda vergi alınır.
- Ülkedeki teşkilatlanmış tüm borsalarda vergi oranı aynı oranda olur. Yine de, teşkilatlanmamış piyasalar(mahalli piyasalar ve internet piyasaları) vergilendirilemeyeceği için, işlemlerin bu piyasalara kayma olasılığı vardır.
- Hisse senedi, tahvil, vadeli işlem, altın, döviz gibi her piyasa enstrümanı için vergi oranı aynı tutulur. Böylece, piyasalar arası geçişler ve enstrüman maliyetleri eşitlenir. Aksi takdirde, vergi alınan enstrümanlardan çıkış yaşanır.
- Vergilendirme yapılırken, uluslararası borsalardaki rakip enstrümanların durumu da incelenmelidir. Aksi halde, özellikle yabancı yatırımcılar vergi oranının en az olduğu ülkelere kayar.
Vergilendirme gafı
Çeşitli finans kurumlarında genel müdür olarak görev yapmış olan Ramazan Başak, “Türk Bankacılık Sektöründe 1980 Sonrası Yaşanan Krizlerin Analizi” konulu bir doktora tezi hazırlamış. Tezde, krizlerin gerçekte birikimli ekonomik sorunlardan ortaya çıktığı anlatılarak, değişik bakış açılarıyla krizler yorumlanıyor.
1980 öncesi dönemde, uzun yıllar, ithal ikameci politikalar uygulandı. Bankacılık sektörü önemli ölçüde devlet kontrolü ve etkisi altında kaldı; sektör, dünya piyasalarından kopuk bir görünüm sergiledi. Döviz darboğazıyla karşılaşılmaması amacıyla, dövize çevrilebilir mevduat, ithalatın zorlaştırılması gibi tedbirler alınarak, ekonomimiz dışa kapalı ve dar bir rekabet ortamında faaliyet göstermeye sürüklendi.
1980 yılında uygulamaya konulan 24 Ocak kararlarıyla döviz ve enerji darboğazının aşılması hedeflenmişti. Ancak, yine de 1982 bankerler krizi ve 5 bankanın faaliyetinin sona erdirilmesi gibi krizler önlenemedi. 2002 yılına gelinceye kadar bankacılık sektörü, işlem çeşitliliği ve hizmet kalitesi bakımından uluslararası seviyeleri yakalamayı başarmış olsa da, aktif büyüklüğü, kredilerin ve mevduatın GSMH’ye oranı gibi makro büyüklükler bakımından oldukça
Ekonominin yönetimi çok iyi; sosyal sistemin yönetimi çok kötü. Merkez Bankası, ekonomideki likiditeyi arttırmak için, devlet tahvili ve döviz alıyor. Bu sayede, Hazine daha rahat ve ucuza borçlanabilecek. Merkez Bankası, açık piyasa işlemleri veya döviz satışı ile gerekli durumlarda piyasadan daha rahat para çekebilecek. Bu sayede, ekonomiye taze para gireceği için yatırım artacak, işsizlik azalacak.
Dünyadaki gelişmeler de ekonomi yönetimine yardım ediyor. Avrupa Birliği’ndeki ülkelerde yaşanan ekonomik sıkıntılar, kaçınılmaz olarak ülkemizin kredi notunun yükselmesi sonucunu doğuracak. Amerikan Merkez Bankası (FED)’nın faiz yükseltmeye başlaması da, ABD’deki ekonomik gidişin yukarı doğru ivme kazandığını gösteriyor. Faiz yükseltilmesine borsaların ilk tepkisi pozitif olmasa da, faizlerin daha da yükseltilebileceği düşünülerek, borsalar yeniden tırmanışa geçecek. Öte yandan, 2000 krizi sırasında bankacılık sistemimizi temizlemiş olmamız, ekonomi yönetimine ve Hükümet’e büyük pozitif katkı sağladı. Özelleştirmeler, yabancı sermaye girişi ve borç yönetimi başarılı.
Ekonomide her şey iyi giderken, Hükümet’in sosyal sistemi yönetmekte başarılı olmaması anlaşılır gibi değil. Sağlık
Avrupa Birliği’nin (AB) krizi yeni başlıyor. AB ülkelerinin hiçbiri global krizi iyi yönetemedi. Başta sağlık olmak üzere vatandaşlara sağlanan geniş sosyal güvenlik haklarının maliyeti, nüfusu iyice yaşlanmış olan AB ülkelerini çok kırılgan hale getirdi. Ekonomiler tamamen benzeşmeden oluşturulan AB Merkez Bankası ve ortak para kullanımı (euro) nedeniyle, AB’de ekonomik karar alma süreci iyi çalışamıyor. AB Merkez Bankası’nın alacağı kararlar, bazı ülkelere yararken, diğerlerine zarar verebiliyor.
Bu nedenle, banka rahat karar alamıyor. Üstelik, sağlıklı ekonomik karar alınması için gerekli veri de zamanında toplanamıyor. Brüksel’deki AB Merkezi İdaresi, tam bir bürokrasi sarmalına girmiş durumda. Bütün bunlara bağlı olarak, AB’de kriz tedbirleri gecikti ve kafalar kuma gömüldü. Ülkelerin kötü durumlarını birbirlerinden saklama eğilimi de, beklenmedik ekonomik gelişmelerle karşılaşılması durumunu kaçınılmaz kılıyor. Bu durumda, AB’de krizin daha da derinleşeceği ve krizden çıkışın ABD’ye göre, en az bir yıl gecikebileceği anlaşılıyor. Neyse ki, ABD ekonomisinin durumu giderek düzeliyor. Bu gelişmeler bizi de etkileyecek. Ülkemize bol sıcak para gelirken, AB’ye olan
Sağlık Bakanlığı, halk sağlığı konusunda büyük atılımlar yapmak istiyor. İstenilen, her vatandaşın en iyi biçimde sağlık hizmeti alması; ama, bu hizmet sağlanırken devlete aşırı yük binmemesi. Bu amaca yönelik olarak, ilaç fiyatlarının düşürülmesi, eczanelerin kâr marjlarının azaltılması, doktorların daha fazla çalıştırılması gibi önlemler alınıyor. Eczacıların yollara düşmesi, hekimlerin tam gün yasasına karşı çıkması, ilaç üreticilerinin dertlerini anlatmaya çalışması gibi son aylardaki gelişmeler hep bu önlemlere karşı çıkılması nedeniyle oluyor.
Başarı için, ulusal ilaç firmaları, yabancı ilaç firmaları, ilaç depoları, hastaneler, doktorlar, eczaneler v.s. gibi tarafların fedakârlıkları gerekiyor. Taraflar bir araya gelemedikleri ve kendi aralarında bile anlaşamadıkları için, Bakanlığın tek taraflı yaptırımlarla işi çözme zorunluluğu ortaya çıktı.
Vatandaşın sağlık sorununu en iyi biçimde çözme girişimleri, yalnız bizim değil dünya devletlerinin tümünün en önemli sorunlarının başında geliyor. Almanya ve İngiltere gibi gelişmiş ülkeler bile, bu konuda tam başarı sağlayabilmiş değil. Bu ülkelerdeki sistemler bile, büyük teşviklerle devam ettirilebiliyor. ABD bile Başkan
Dünkü yazımda ülkenin en önemli ekonomik sorunu olan borçlanma ve borç yönetimi konusunda hangi noktada olduğumuzu anlatmaya başlamıştım. Bugün devam ediyorum.
Türkiye’nin bütçe açıkları, borçların faizleri yüzünden bir türlü kapanamıyor. Hükümet özelleştirmeler yapıp, ülkenin hayati mallarını bile sattığı halde bütçe açıkları sürüyor. Mecburi olarak, Hazine’nin iç ve dış borçlanması büyüyerek devam ediyor.
Tedbirlere rağmen, sonuçlar ferahlatıcı değil. Geçen yıl 117.4 milyar TL nakit borçlanma yapılması öngörülmüşken, 150.2 milyar TL borçlanıldı. Merkezi Yönetim nakit dengesi, önceki yıl 18.5 milyar TL açık vermişken, 2009’da açık 56.3 milyar TL’ye fırladı. Genel bütçe nakit dengesi açığı da bir yılda 18.9 milyar TL’den 57.1 milyar TL’ye çıktı.
Başka neler yaptık ve yapacağız?
2010 yılında 173.8 milyar TL tutarında iç borç geri ödemesi (22.1.2010 itibariyle anapara+faiz) yapılacak. Her zaman olduğu gibi, ödenilenin üzerinde de borçlanılacak.
-Yine, 2010 yılında merkezi yönetim 11 milyar 136 milyon ABD doları tutarında dış borç ödemesi(18.1.2010 itibariyle anapara+faiz) yapacak.
- 2009 yılı sonunda merkezi yönetim borçları iç-dış dahil 293.1 milyar ABD dolarına (441.3