Genel olarak okumuş-aydın kesim futbola burun kıvırır. Futbola meraklı olmak ilkel bir zevkmiş gibi görülür. Hatta futbol sevgisinin patolojik bir durum olduğu ve ruhi bir bozukluğu yansıttığını söyleyen ‘enteller’ bile vardır.
Ben farklı düşünüyorum. Futbol insana çok şey öğretir. Önemli hayat dersleri içerir.Bu konuda ciddi doktora tezleri yazılıyor. Ben futbolun çok basit ve olumlu iki özelliğine parmak basayım..
Birincisi futbol maçları güzel bir “bayram ve birlik-beraberlik havası” yaratır. Birbirini hiç tanımayan ve günlük hayatta bir araya gelme şansları pek olmayan insanlar aynı amaç uğruna birbirine kenetlenir. Takımı ile gurur duyan insanın morali düzelir, kendine güveni artar.
İkinci olumlu özellik ise birincinin tersi. Futbol bazen aşırılıklara ve fanatik hareketlere izin verir ama bunları törpüleyici bir yanı vardır. Hem futbolcu hem seyirci “keskin sirkenin küpüne zarar” verdiğini er veya geç anlar. Sonra komşusunun haline güler ve kendi mutlul-uğunu onun mutsuzluğuna tahvil etmeye kalkarsa aynı şey kendi başına da gelir.
Bumerang efekti
Bir bumerang gibidir futbol. Kendi mutluluğunun zevkini çıkaracağına başkası ile uğraşır, onu alaya alırsan yarın ya da
Sadece bizde değil, dünya gastronomisinin merkezi sayılabilecek Fransa’da bile moda olan yeme-içme trendleri var tabii.
Şimdilerde Paris’te moda olan Franco-Zen denen ve daha çok Japon mutfağı ve felsefesinden esinlenen mutfak.
Daha çok genç şefler bu mutfağın öncüsü. En önde gelen örneği Pascale Barbot’nun lokantası l’Astrance’ta veya yeni açılan La Bigarrade’da yer bulmak neredeyse imkansız.
Birçok genç şef Barbot’nun yolunu izliyor.
Bir de unutulan şefler var. Yani yeme-içme dünyasındaki trendleri oluşturan etkili ve yetkili merkezlerin pek yüz vermediği şefler.
Örneğin Gerard Besson.
Neden bahsediyor bu adam diyeceksiniz herhalde.
Bordeaux ile öbür gün rövanş maçını oynuyoruz. Ben bu yazıyı kaleme alırken bu akşamki ilk maçın sonucunu bilmiyorum.
Bordeaux saygı duyulması gereken, sağlam bir futbol takımı. Yıldızlardan çok takım oyununa dayalı bir ekip.
Buranın şarapları da herkesin bildiği gibi dünyanın en ünlü şarapları. Tek rakipleri gene Fransa’da olan Bourgogne bölgesi.
Cimbom ile Sarı Kanarya gibi bu ikisi. Ezeli rekabet. Biri ağzı ile kuş tutsa bile diğeri ona “aferin” demez. Ama için için birbirlerinin değerini teslim eder ve tek başlarına kalsalar “büyük” olamayacaklarını bilirler.
İpeksi doku ve zarafet
Perşembe akşamki maç için gelen Bordeaux’luları en iyi şekilde ağırlamak için nerelere götürmeli?
Kendi kendime gelin güvey olmaya karar verdim... Galatasaray yöneticilerinin, Bordeaux takımının yetkililerini İstanbul’a geldikleri zaman nasıl ağırlaması gerektiğini düşünüyorum.
Aslında bu tip bir zihin jimnastiği alışık olmadığım bir şey değil. Daha 90’ların başlarında “ekonomi politik” uzmanı olarak çalıştığım Dünya Bankası’nda da benzer konulara kafa yordum. Tüm bürokrasilerde olduğu gibi oradaki bölüm başkanları da maddi ihtiyaçlarını abartarak merkez yönetimden bölümlerarası kaynak dağılımı sırasında “aslan payı”nı kapmaya çalışırlardı. Sonra da bütçe yılı sona ererken bu paraları harcayamadıkları için kara kara düşünmeye başlarlardı. Eğer kendilerine ayrılan kaynakları tüketemezlerse gelecek bütçe yılında “Senin ihtiyacın yok” deyip paraları kısılacak!
Bütçe fazlasını Dom Perignon’la eritirdim
O zaman imdada “personelin moralini düzeltme” partileri yetişirdi. Bazen benim uzmanlık alanıma giren konularda bana pek danışmayan etkili ve yetkili bölüm başkanları bu durumda bana danışır ve içkileri seçerek “bütçe fazlasını” kısa zamanda eritmemi rica ederlerdi.
Okuyucularım bilir, genellikle İstanbul’daki İtalyan lokantalarını değerlendirirken bunları İtalya ile kıyasladığımı. Belki bu yüzden pek İtalyan lokantasına gitmek istemiyorum. Patronların çoğu moda bu olduğu ve maliyeti 3 TL olan bir makarna yemeğini 10 misli fiyata satabilecekleri için bu işe soyunmuşlar. Aşçıların çoğu ise ya İtalyan yemeklerini bilmiyor ve işi kitaplardan öğrenmeye çalışıyor, ya da eğer İtalyan iseler, ülkelerinde bu sektörde ancak bulaşıkçı olarak iş bulabilecek kimseler.
Il Patio’nun sahibi Rudy Pellino gerçek bir İtalyan aşçı. Ülkemizi de tanıyor. Daha önce Mezzaluna’da baş aşçı imiş. Şimdi de Teşvikiye’de lokantası. İtalya’da hiçbir iyi aşçı pizza yapmaz. Pizza ustaları da sadece bu işi yapar. Ama ülkemiz gerçekleri Rudy gibi işinin ehli insanları pizzacılığa zorluyor.
Bence burada pizza yemeye gerek yok. Tadına baktığım Marguerita sıradandı. Herhalde fırın gerçek pizza fırını değil ve ülkemizde taze mozarella bulmak da mümkün değil. Burada ödeyeceğiniz paranın onda birine iyi lahmacun yemek daha akıllıca.
Öte yandan makarna ya da ‘pasta’ kategorisinde durum farklı. Rudy Türk işi makarnalara İtalyanca isim koyup bilmeyenlere yutturmuyor.
La Tupina Bordeaux’nun bir numaralı bistrosu.Önce La Tupina’da güzel bir biftek yemek gerek. İstediğimiz sonucu alırsak da kutlama için Jean Ramet’nin yolu tutulmalı
Galatasaray zafer için her şeyden önce, sakatlıklar ve hakemlere güven duygusunun zedelenmesi nedeniyle bozulan moralini düzeltmeli.
İştah kamçılayıcı bir-iki güzel yemek hem çatılan kaşları hem yorulan kasları gevşetir, yürekler ferahlar ve yaşama sevgisi fışkırır insanın içinden.
Moralleri düzeltme operasyonu Jean-Pierre Xiradakis ile başlayabilir.
Yunan asıllı Xiradakis uzun boylu, atletik yapılı ve güler yüzlü; ayrıca Bordeaux’nun bir numaralı bistrosu La Tupina’nın sahibi.
Artık ben de alışmıştım o kötü malzemeli, önceden yapılıp dolapta bekletilen sıradan salatalara. Sonra Ece Aksoy “Domatese Kar Yağdı” adını verdiği salatayı önüme koydu
Yemek yazarlarının, daha doğrusu tüm gazete köşe yazarlarının bazı takıntıları vardır. Olumsuz anlamda kullanmıyorum “takıntı” deyimini. İnsanın doğası gereği bu.
Bir şeyin doğrusunu bildiğinizi sanıyorsunuz. Ama herkes sizin bildiğinizin tersini yapıyor.
Yazıp çiziyorsunuz ama nafile. Siz de biliyorsunuz ki huylu huyundan şaşmayacak.
Aynı aile yaşamındaki takıntılar gibi. Mesela estetik nedenlerden yani göz zevkinizden ötürü diş macununu dibinden sıkmak istersiniz ama hanım hep ortasından sıkar ve eğri büğrü olur macun. Dilinizde tüy biter “Hanım şu macunu dibinden sık” diye ama nafile. Siz gene de söylenmeye devam edersiniz.
Havanın soğuk, göğün gri olduğu bir sonbahar sonu - kış başı sabahı.
Saat sekiz. THY ile Yeşilköy’den İzmir’e uçuyorum. İçinde kauçuk lezzetinde ve ancak mandolin denen işkence aracı ile kesilse bu kadar ince olabilecek bir peynir olan sandviçi yiyemiyorum, ama sulu kahvemi içip, gözlerimi ovuşturup, uyanmaya çalışıyorum.
Sulandırılmış gibi şarap, şarapta olgunlaşmamış meyve aroması. Genzi yakıp ağzınızı buruşturan kırmızı şaraplar. Aşırı meşe kokulu ve içerken size “cilalı tahta kemirsem daha iyi” dedirten şaraplar. Dünyanın her köşesinde karşınıza çıkan ve sevgili ülkemde de bol bol bulunan şaraplar.
İnsan yorgun ve uykulu olunca bu tip kâbuslar görüyor. Geçen haftaki yazımda açıkladığım gibi aklım bu tip ‘sulu’, ‘yeşil’ ve ‘şahsiyetsiz’ şaraplara gidiyor.
Havaalanında Ali Başman Bey beni karşılıyor. Birlikte Salihli Pendore bağlarına doğru yola çıkıyoruz. Aşağı yukarı 1.5 saatlik bir yolculuk. Ne yalan söyleyeyim. Azıcık tedirginim. Beni nelerin beklediğini pek bilmiyorum.
Salihli deyince şarapçılık açısından pek olumlu şeyler düşünmüyorum. Düz ve sulak bir ova. Belki Sultaniye üzümü için uygun.