30 Temmuz Cumartesi. Sabah saat 11.00. ASSK’nin (Adalar Su Sporları Kulübü) minik yüzücüleri Atatürk büstünün önünde toplanmış, kulübün kurucuları ve artık aramızda olmayan eski başkanları için bir dakikalık saygı duruşunda bulunuyorlar.
ASSK 48 seneyi geride bırakmış. Bu seneler boyunca birçok sportif başarıya imza atmış, nice yüzücüler yetiştirmiş. Son derece kıt kaynaklar ile geçen sene bile bayanlarda Türkiye su topu şampiyonu olmuş.
Atatürk büstünün
tam karşısında çöp kamyonları duruyor
Seremoni sırasında gözüm sevgili başkan Ali Tolga’ya takılıyor.
10 sene süren başkanlığı sırasında çok özveride bulunmuş, çok çalışmış, zor günlerde iyi işler başarmış.
Bu sene artık işi devrediyor.
İspanyol kadın yönetmen Iciur Bollain’in ‘Yağmur Bile’ filmini izlediniz mi?
Film uluslararası tekellerin hükümeti satın aldığı ve istedikleri gibi at koşturdukları bir Güney Amerika ülkesinde suyu özelleştirme girişimi karşısında yerli halkın direnişini akıcı bir sinema diliyle perdeye taşıyor. Filmde artık tarihe karışmış kolonyalizm yani başta altın olmak üzere ham madde talanına dayalı sömürü düzeniyle günümüzün global ekonomisinin gerisinde yatan haksız rekabet ve bölüşüm düzeni arasına kurulan paralellikler belki tartışılır, ama bazı benzerliklerin olduğu yadsınamaz.
Kesinlikle yadsınamayacak bir olgu var. Bir doğal kaynak olan suyun stratejik önemi. Hiç şüpheniz olmasın. Günümüzde savaşlar daha çok stratejik metaller (Afganistan) ve petrol (Ortadoğu) kaynaklarının ele geçirilmesiyle ilgili, ama ileride su kaynaklarının kontrol edilmesi ana unsur haline gelecek ve gelmekte.
Bunlar derin ama her nedense ülkemizde pek tartışılmayan konular. Tartışılmayan bir konu da lokantalarda içtiğimiz su. Her şeyden önce içtiğimiz sular pet şişelerde geliyor.
Yurt dışında cam şişede
Plastiğin sağlığa zararları ortada. Çevreye zararlarını da herkes biliyor. Ben yurt dışına
Topkapı Sarayı’nda mutfak bölümünü gezemiyorsunuz ama neyse ki ilk avludaki Karakol lokantası açık. Burada yemek insanı mutlu ediyor
Dr. Ercan Türeci ile telefonda konuşuyoruz:
“Kusura bakma, bu akşam buluşamayacağız. Gelmek isterim ama acile devamlı beyin kanaması geçiren hastalar geliyor. Yaz ayları hep böyledir. Herkes tatildeyken biz daha çok çalışırız. Sıcaklarda güneş altında fazla kalmamak lazım. Özellikle de damar hastalıkları olanlar buna dikkat etmeli!”
Topkapı Sarayı’nın bilet kuyruğunda aklıma arkadaşımın bu sözleri geliyor.
Sağ olsun, yetkililer ellerinden geleni yapmışlar bizleri gölgede 35 derece ve nemli havada mümkün olduğu kadar uzun süre canlı canlı haşlamak için.
Son iki haftadır pazar günkü yazılarımda Sardinya’da Costa Smerelda’da eşimle geçirdiğim dört günün bilançosunu size aktarıyorum.
Zümrüt kıyısından hemen ülkemize geri dönmedik. Dört gün de adanın kuzeybatısındaki Alghero kentinde kaldık ve sonra Roma’da iki akşam geçirdikten sonra İstanbul’a döndük.
Alghero benim için ideal bir tatil kenti. Küçük kente damgasını vuran Katalan-Arap mimarisi cazip ve gizemli. Kentin tarihi bölümü daracık sokaklardan oluşuyor ama hiç beklemediğiniz yerlerde karşınıza olağanüstü güzellikte meydanlar çıkıyor. Kaldırımlar iri çakıl taşlarıyla döşenmiş. Her ne kadar benim hanımın topuğu bu çakıl taşlarına takılıp kırıldığı için maddi zarara uğramış olsak da çakıl taşlarının çirkin asfalta göre kente şahsiyet verdiği tartışılmaz.
5 euro’ya şezlong
CUMARTESİHarikulade bir çiftlik lokantası
Cala di Volpe otelinin manzarası müthiş
Uyanır uyanmaz kepenkleri açıyoruz. Tek bir bulut yok. Hava sıcak ama nemli değil. Hafif poyraz.
Elbette ki kahvaltıda vakit kaybetmek istemiyoruz. İki kapuçino yeter.
Sözleştiğimiz gibi 11.00’de plaja geldiğimizde Elena ile Paolo orada. Bizim için de iki şezlong rezerve etmişler. Ne güzel bir jest.
Jest bu kadarla da kalmıyor. Bir de yöre peynirleri ve şarküteri ürünlerinden minik sandviçler hazırlamışlar. Ayrıca küçük buz kutusu içinde soğuk bira getirmişler.
Acaba ne zaman geçen haftaki yazımda bahsettiğim meta-şarapçılıktan gerçek şarapçılığa evrileceğiz? Herhalde dikkatimizi etiket ve şişe dizaynından şişenin içidekine çevirdiğimiz zaman
Önümde bir Yeni Rakı şişesi. İçi mor renkte bir sıvıyla doldurulmuş. Tahmin ettiğiniz gibi şarap. Ev şarabı. Antakya çekimleri sırasında bana üç şişe ev şarabı ikram ediliyor. Antakya’nın nefis mezeleri rakıyla iyi gidiyor. Ama rakı o enfes tepsi kebaplarını, kağıt kebaplarını fena bastırıyor. Gönül güzel bir kırmızı şarap çekiyor ama hak getire. Lokantalarda ya şarap yok ya da benim meta-şarap dediğim standart kategorinin bile altında; yemek pişirirken bile kullanmayacağım şaraplar var.
Antep Karası’nı duydunuz mu hiç?
Capriccioli
Koltuk değneklerimin faydası oldu. Gruptaki diğerleri gibi beni kolumdan çekip zorla bir şeyler satmaya kalkmadılar. Ülkeniz güzel, insanlarınız cana yakın. Ama fiziksel özürlü insanlar için yaşaması zor bir yer galiba...”
“Maalesef” diye cevaplıyorum. Fiziksel özürlü insanların yaşamını kolaylaştırmak için pek bir şey yapılmıyor ülkemizde. Ama önlerindeki en büyük engel, cehaletten doğan önyargılar. Farklı olana karşı tolerans düzeyimiz düşük. Bir-iki fiziksel özürlü yakın arkadaşımdan biliyorum. Onları en çok rahatsız eden düşüncesiz ve kabaca davranışlar.
Muhatabım Elena 30’ların ortalarında gösteriyor. Son derece çekici ve sevimli bir bayan. İtalyanların çoğu gibi ince ama sıska değil. Yuvarlakça bir yüzü ve gamzeleri var. Kısa kesilmiş kahverengi saçları minik bukleler halinde alnına düşüyor. Devamlı gülümsediği için diş macunu reklamlarındaki modelleri andıran dişleri, dolgun dudaklarının arasından inci gibi ışıldıyor. İçi gülen mavi gözlerinin saçtığı ışığı ise Prada güneş gözlükleri bile bastıramıyor.
Geçen haftaki yazımda İtalya’da içtiğim 2 euro’luk bir şarabın ne kadar güzel olduğundan ve 60 euro verdiğim 2004 Felsina Fontalloro’nun fos çıktığından bahsetmiştim. Fiyat konusu dışında şarap dünyasında beni çok rahatsız eden bir gelişme daha var.
Benim açımdan şarabın her şeyden önce bir şahsiyeti, bir kimliği olması gerekir. Yetiştiği toprağın özelliğini taşımalı, kişisel bir damgası bulunmalı.
Ama şaraplık üzüm yetiştiren toprakların yüzde 80’inde pirinç yetişse daha iyi olur derseniz, siz de haklısınız. Belki de bu yüzden standartlaşma denen olay ortaya çıkıyor.
Kendi şarap bağları bile olmayan devasa ticari şirketler, şarap dünyasında giderek etkili hale geliyor. Bu şirketler şaraba herhangi bir meta gibi yaklaşıyor. Maliyetleri en düşük düzeye indirip dağıtım kanallarını kontrol etmeye çalışıyorlar. Ama yaptıkları en tehlikeli iş, risk alarak iyi bir iş yapmaya çalışmak yerine hatasız ve risksiz çalışarak teknik açıdan kusurlu olmayan ama kişiliksiz, şahsiyetsiz, teruarı yansıtmayan şaraplar üretmeleri. Ben bunlara şarap bile demiyorum. ‘Meta-şarap’ diyorum.
Çoğu Güney Amerika ülkelerinde üretilen bu şaraplar, genellikle Cabernet Sauvignon, Merlot ve Syrah gibi