Haşmet Babaoğlu, Zaman Gazetesi’nin Pazar ekine İzmir’i konu alan bir röportaj vermiş. Alaçatı’da yapılan röportajda “Türkiye’de kültürü en zayıf şehri İzmir”, “Operadan anlamazlar, iyisini de kötüsünü de alkışlar” gibi uyduruk ithamlarda bulunmuş.
Hayalciliğimize, boşanma oranımıza değinmiş. “Kızlar İzmir de boğuluyor” gibi kendi tanıdığı kadınlarla sınırlı yuvarlak laflar etmiş.
Kısacası İzmir’i harcamış, tribünlere oynamış! Röportajı ilk okuduğumda fena bozuldum. Twitter’dan demediğimi bırakmadım.
Gözünde sis perdesi
Haşmet Babaoğlu’na birilerinin Türkiye’nin “Kitapçısı en fazla olan ve en çok kitap gazete satılan iller haritası”nı göstermesi lazım. İzmir’in durumuna bakarsa, gözlerinin önündeki sis perdesi kalkacaktır. En iyi gazetecilerin İzmir kökenli olduğunu unutmuş sanırım.
Herkes rekabeti sevmez ne de olsa! Neye göre kültürsüz ilan etmiş bizi? Biz kültürsüzsek kültürlü şehir nasıl oluyormuş? Merak ediyorum.
Ben şarkıları, hayatın aynadaki yansıması olarak görüyorum. Pek çok şeyi yaşayıp eskiler de bırakmış olsanız, bazı şeyleri henüz yaşamamış ya da yaşamayacak olsanız da o şarkılar yok mu!
Size her şeyi anlatır, yaşatır. O yüzdendir ki şarkı sözlerine takık vaziyetteyim. Müziğini, melodisini, makamını sevsem de sevmesem de sözlerine takılır kalırım şarkıların... Onlar bana hayatı anlatır.
Şimdilerde de Murat Dalkılıç’ın neredeyse her yerde çalan, gece kulüplerin de hep bir ağızdan söylenen “Bir Güzellik Yapsana” şarkısına taktım kafayı.
“Aşk” denen, bir yanılsamadan ibaret olan kavramın ne hale getirildiğini somut bir şekilde gösteriyor bu şarkı.
Çeşme’de uçuyoruz yere indirenimiz yok! Nedir bu otopark fiyatları?
Yaklaşık 2-3 saat kalacak bir otomobil için 20-30 TL ücret alınması normal mi?
İçeride ödeyeceğin hesabın yanına bir de otoparkı ekle, dışarı çıkmaktan vazgeçiyorsun. Verilen hizmetin bir parçasıdır otopark, tuvaletlerin temiz olması gibi...
Oldu olacak tuvaletlerin önüne de birer bekçi diksinler her seferde 5 TL alsınlar. Otoparktan 30 TL alanın tuvaletten de en az 5 hatta 10 TL alması normaldir ne de olsa.
Bana içeride cenneti vaat etmiyorsan kapının dışına bırakacağım araçtan fahiş bir otopark ücreti almayacaksın. Otopark parası öde, giriş ücreti öde, sezon kısa masrafı 2 ayda çıkarsınlar diye yemeğe/içkiye 2 kat fiyat öde...
Bu gidişle Çeşmenin canına okuyacaklar. Mekan sahipleri resmen kendi kuyularını kendileri kazıyorlar.
Sezon kısa diye dert yanıyorlar oysa yaptıkları ile sezonu kendileri kısaltıyorlar. İki ayda cebinde ne var ne yok harcıyorsun sonrasına can dayanmıyor evin yolunu tutuyorsun.
Bazı şeyleri yazsan olmuyor, yazmasan olmaz. Yazabileceğin yüzlerce şey varken takılıp kalıyorsun çoğu zaman. Yazmak istediklerinin farklı açılardan sakıncalarını buluyor vazgeçiyorsun. Önce kendi için ile başlıyorsun muhakemeye. Sonra evde ki RTÜK-ler devreye giriyor; eşini, aileni düşünüyorsun. (Ben ev halkına EVDEKİ RTÜK diyorum.) Hadi onu da geçtim, sonra ya okuyanlar nasıl algılar derdine düşüyorsun. Bu yazı benim başıma ne işler açar... Zihninde çıktığın tur asıl yazmak istediğinden alıkoyuyor seni. En sonunda aman bu hali ile yazacaksan hiç yazma diyorsun. Aklına estiği gibi yazmak seni ne kadar rahatsız ediyorsa, yazmamakta bir o kadar rahatsız ediyor. Oto kontrolün sonucu daima araf da kalıyorsun. Biraz yarım, biraz eksik...
Mümin Sekman’ın “Kumsal da bıraktığın ayak izi ayağının şeklini ne kadar ifade ederse, başka insanların zihninde bıraktığın iz’lenim de seni o kadar yansıtır” sözü geliyor aklıma. Bir taraftan Mevla’nın “Uğraşma boşuna. Seni ancak gördükleri ve duydukları kadar anlayacaklar. Gördükleri ancak kendi anladıkları kadar olacak” sözüne takılıyorum. Birde şeytan bakanın gözündedir gerçeği var tabii. Artık herkes şeytanca mı bakıyor ne?! Bir
Artık gazete köşeleri kadınların. Ne güzel akımdır bu, hangi gazeteyi açsam bol bol kadın köşe yazarı görüyorum. Hafta sonu eklerinden ana gazetelere, bölge eklerinden ulusala geçiyorlar. Eskiden röportajları kadınlar yapardı artık köşeleri kaptılar. Erkeklere geçmiş olsun diyorum.
Sevdim ben bu trendi: “köşe yazarı kadınlar.”
Hepsi iyi mi yazıyor derseniz, yooo. Tıpkı benim gibiler, gel gitler ile dolu yazıları. Bir bakıyorsun keskin zeka ürünü cümleler var satırlarında. Vay be diyorsun ne kadın, hayata meydan okumuş; el alem ne der umursamıyor, ne kadar cesur kalemi. Başka bir gün polyana modundalar, hayat güzel falan yazıyorlar. Herhalde aşık oldu diyorsun, kilo vermiş de olabilir. Bir bakıyorsun fena halde depresifler ya da öfke kusuyorlar. Ya kıskançlık krizinde ya da malum günlerinden birinde olmasına veriyorsun yazdıklarını. Hormonları nasıl çalışıyorsa öyle yazıyorlar işte. Bunların hepside zaten, hayatın hallerin biri değil mi? Ne hissediyor, ne yaşıyor, ne gözlemliyorlarsa onu yazıyorlar. Erkek Ego’su, kasıntısı yok yazılarında. Eee buda onları daha bir okunası kılıyor.
Ve yazmak kadınlara fena halde yakışıyor. Helal olsun diyorum, hepsini tebrik
Hiristiyan’ı, Musevi’si, Müslüman’ı, açığı, kapalısı, dindarı, az dindarı, kadını, erkeği, domatesi, patlıcanı beraberce huzur içinde yaşıyoruz...
Havaların sıcak olması nedeniyle, beynimiz hafiften uyuşmuş durumda. Akdeniz ikliminin etkisi altında daha bir mutluyuz. Biraz tembeliz buda bizi kaygılardan uzak tutuyor.
Çeşme’si, Bodrum’u, Kuşadası, Foça’sı derken aklımız hep tatilde. Hafta sonu bir saatte kumsaldayız. Tatile gidemiyorsak kendimizi sahile, Kordona atıyoruz.
Öyle ne giydiğimize karışan, biraz açıkta ten gördü mü gözlerini dikip bakan falan yok. Ne giydiğin, ne düşündüğün, hangi dine mensup olduğun kimsenin umurunda değil. Bunlar için yargılanmıyor, yadırganmıyoruz... Canımızın istediğini giyip sokağa çıkabiliyoruz.
Trafik desen ne İstanbul da ki gibi çok, ne hiç yok. Her yere kısa sürede ulaşabiliyoruz
Otumuz, sebzemiz bol; kaynatıp zeytinyağı limon ilave ettik mi yemek olayını çözüyoruz. Üstelik en diyetinden!
En mühim meselemiz klima; klimasız nefes alamama tehlikesi ile karşı karşıyayız, onu da bir şekilde hallediyoruz.
Hayat nasıl da giderek zorlaşıyor değil mi? Seçeneklerimiz, buna bağlı olarak yakamızı bırakmayan olasılıklarımız, bu olasılıkların içinde karar vermemiz gereken konular ve bunun sonucunda da yetişmemiz/yetmemiz beklenen şeylerin sayısı git gide artıyor... Hayat yaşam süremize sığdıramayacağımız çeşitlilikler sunuyor. Günlük kararlarımız her geçen gün karmaşık hale geliyor. Bu durum karşısında bizler ne yapıyoruz? Ne yardan, ne de serden vazgeçerim misali seçeneklerimiz arttıkça her birine aynı anda sahip olmaya çalışıyoruz, hepsine yetişmeye... Aman kaçırdığımız bir şey olmasın, eksik kalmayalım derken “çok” şey yapıp, “hiç” tatmin olmadan yaşıyoruz. “Daha fazla kazan, daha fazla harca” ilkesine dayalı statü endişesinin de tatmin duygumuzda açtığı yaralar bizi mutsuz ediyor. Eskiden böyle miydi? Az seçenekle, yaptığımız şeylerden büyük mutluluklar duyardık. 3 restoran vardı, sırayla onlara giderdik. Şurası açılmış, oradaki bilmem ne soslu yemeği denemeliyim derdimiz yoktu. İlişkiler daha sağlıklı ve uzun solukluydu. Eş dost bize uygun adayları seçerdi, zaten bizi ve ailemizi tanıyanlar tarafından ön elemeden geçirilmiş olan adaylar ile okul, mahalle, iş arkadaşlarımız
Hiç aklıma gelir miydi günün birin de Muhafazakar Parti Lideri Başbakan’ımızın gündeme bu kadar “kadın, cinsellik, doğum” mesellerini getireceği... Türkiye hiçbir zaman bu kadar kadın doğurganlığı ile ilgili konuşmadı. Vardır bir nedeni diyorum, biraz flu bu durumun zamanla açıklığa kavuşmasını diliyorum.
Her şey Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın 3 çocuk tavsiyesi ile başladı. “3 çocuk hem de hemen” önerisinde bulundu. Gerekçe olarak da 2037 yılının bizim nüfusun yaşlanma yılı oluşunu, o zaman genç nüfus için en az 3 çocuk yapılması gerektiğini söyledi.
Çocuklar nasıl bakılacaksa, eğitilecekse, sağlık sistemi nasıl yetecekse derken, çok geçmedi ardından Erdoğan yeni bir konu gündeme getirdi. “Kürtaj cinayettir. Sezaryene de karşıyım. Her kürtaj bir Uludere’dir” açıklamasında bulunarak herkesi şok etti. Sağlık Bakanımız Recep Akdağ da kürtaj karşıtı yasanın gündemde olduğu yönünde açıklamalarda bulundu. Erdoğan bir yandan “Kürtaj yasası hazırlıyoruz. Bu yasayı çıkartacağız” derken, Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez, kürtaj hakkında fetva verdi; “Haramdır, cinayettir” dedi.
Bekir Coşkun’un yazdığı gibi “Tanrı Fikir Değiştirir mi? Oysa 1982’de Anayasa yapılırken