“Reklamın iyi kötüsü olmaz” derler. Reklamın başarısı “dillere pelesenk olması” ile ölçülür. Hele bir de alakalı alakasız konulara uyarlayabiliyorsa tamamdır. O reklam artık bir PR çalışması ya da kısa bir video değil, gerçek bir reklamdır. Amacına hizmet ediyor demektir.
Bu nedenle de Ali Ağaoğlu’nun reklamları başarılıdır. Peki, Ağaoğlu ne kadar başarılı bir işadamıdır? Burası tartışmalıdır! Sadece sonuçlara bakarak karar verecek olursanız zirvededir. Yaptıkları, yapacaklarının da göstergesidir. Projeler ortadır. Neyse buraları geçiyorum, reklama geri dönüyorum.
Ağaoğlu’nun en son rol aldığı “Fatih 1453 Maslak” projesi için hazırlanan reklam filmi, bugüne kadar çektiklerinin de en iyisidir.
Bu reklam filminde alışılmışın dışına çıkılmıştır. Reklamda manken kullanmak yerine Ağaoğlu bizzat kendi oynamaktadır. Üstelik tek başınadır. Ali Ağaoğlu herkesin hayallerini süsleyen sosyal bir yaşam merkezi aramaktadır. Farklı bir şey olsun ister. İnsanların duygularına dokunur, mutluluk kelimesini kullanır ve tepkiseldir. Danışmanlarının hazırladığı onlarca projeyi tek tek inceler, beğenmez ve atar. Her seferinde “Bu değil” sözüyle tepkisel yaklaşım sergiler. Aradığı şeyi bir
Olay Çin’de geçer, ülkenin kuzey kanadında. Bir adamla bir kadın birbirlerini severek evlenirler. Kadının güzelliği adamın aklını başından almıştır. Bir gün, bir kız çocukları dünyaya gelir. Kız çocukları ne adama benzemektedir, ne kadına. Kızlarını ‘inanılmaz çirkin’ bulan adam, çok beğenerek evlendiği eşinden şüphe etmeye başlar. Kızlarının annesine hiçbir benzerlik taşımadığını öne süren adamın, bu yüzden eşiyle arası bozulur.
Kadın kocasının şüpheleri üzerine sırrını açıklar. Kocası ile tanışmadan önce bir dizi estetik ameliyat olmuştur. Kocasıyla evlenmeden önce 100 bin dolar harcayarak estetik ameliyatlar yaptırdığını ve kendisini güzelleştirdiğini itiraf eder. Kızları da tıpkı kendi çocukluk haline benzemektedir. Adam eşinin ameliyat öncesindeki fotoğraflarını görünce iyice afallar.
Adamcağız gerçekler karşısında şaşkına dönmüştür. Mahkemeye giderek karısını dava eder. Boşanmak istiyordur. Üstelik karısının aslında güzel olmamasına rağmen kendisini, güzel olduğuna inandırarak evlendiğini belirterek tazminat ister. Mahkeme adamı haklı bulur. Kadının boşandığı kocasına 120 bin dolar tazminat ödemesine karar verir.
Masalmışcasına okuduğunuz bu olay gerçekten
Paratoner gibiyim ya da mıknatıs özelliğim var diyelim. Bazen nasıl oluyorsa hiç olmayacak yerlerde mühim insanlarla tanışıveriyorum. Birkaç örnek verip bu haftaki tanışmamı anlatayım.
Bundan 5,6 yıl kadar önceki market maceram ile başlayayım. Ben klasik bir boğa burcuyum; açlığa dayanmam imkansızdır. İstanbul’dayız, dönüyoruz artık. Havaalanına doğru yola çıkacağız. Acıkacağımı hissettim. Eşime dedim ki “Takside acıkırsam ve trafik sıkışırsa ben dayanılmaz olurum. Sen taksiyi çağır ben şu marketten atıştıracak bir şeyler alayım”. Markette hedefe kitlenmiş durumdayım, ne yesem seçimindeyim. (Ne yesem seçimi, benim için ne giysemden daha önemli bir husustur.) Arkamdan bir ses... Ne sorduğu mühim değil, ses tonu müthiş ve ben bu sesi tanıyorum. Kafamı bir çeviriyorum; Sezen Cumhur Önal! Başlıyoruz sohbet etmeye, eşim takside beni bekliyor. Az sonra oda yanımıza geliyor. Sezen Cumhur Önal bizi içlerinde Sezen Aksu’nun da olduğu arkadaş toplantısına davet ediyor vs vs.
Başka bir maceram; Amerika’ya gidiyoruz. Aktarmalı uçak, yanıma takım elbiseli bir sürü adam oturuyor. Fazla ciddiler. Ben zaten uçağa biner binmez uyurum, gene aynı moddaydım. İçlerinden biri bana bir soru
Benim televizyon ve ses ile aram pek iyi değildir. Yemek seçmem ama ne izleyeceğimi seçerim. Eve gelir gelmez televizyonu açanlardan değilim yani. Bazen içimden, akşamları kendimi koltuğa atmış halde iken keyifle bir şeyler izlemek gelir. Ne izlediğimin çok ta önemi olmadığı anlarım vardır. Şöyle bir kanalları tararım, yeni bir şeyler keşfederim. Eskiden güzel filmlere denk gelirdim, zamanında gişe yapmış ama benim izleyemediğim filmler. Şimdilerde ise zap yaparken sadece dizilere denk geliyorum. Bir haftada toplam kaç yerli dizi yayınlanıyor acaba merak etmeye başladım?
Medya takip ajansı Interpress’in yaptığı araştırmaya ulaştım. Bu araştırmaya göre haftada 120’nin üzerinde yerli dizi yayınlanıyormuş. Üstelik bu dizilerin tekrarının yayınlandığını da düşünürsek benim diziden başka bir şeye denk gelmeyişimin nedeni anlaşılıyor. Şikayet ettiğim kadar varmış, abartmıyormuşum.
Durumun vahimliği bu kadarda değil; sadece dizi izlemiyoruz, dizi okuyormuşuz da. Seyircileri ekran başına kilitleyen 120’i aşkın yerli dizi hakkında bir ay içinde toplam 4.842 haber yayınlanmış! En çok haber ATV‘de yayınlanan diziler hakkında yapılıyormuş. ATV ekranlarında gösterilen 15 yerli dizi
“Aklı başında insan mı kaldı?” sorusunu sık sık kullanıyoruz. Bilinçaltımızın yaptığı bu gözlem fark etmeden dudaklarımızdan dökülüyor. Haksız mıyız derseniz?
Rakamlar ruh sağlımızı yitirmek üzere olduğumuzu, insanlığın depresyonun eşiğinde olduğunu gösteriyor.
Her sene 10 Ekim, “Dünya Ruh Sağlığı Günü” olarak kutlanıyor. İnsan içinden “Keşke ruhumuzun ne kadar sağlıklı olduğunu kutlasak” diye geçiriyor.
Oysa, bu kutlamaların amacı sadece tehlikenin farkında olmamızı sağlamak. Bugün vesilesi ile Dünya Ruh Sağlığı Federasyonu, 1992’den bu yana her yıl o döneme damgasını vuran bir ana tema üzerinde durarak dikkatleri ruh sağlığı sorunlarına çekmeyi hedeflemiş.
Ne acıdır ki bu yılın temasını yalnızca “depresyon” deği, “Küresel bir kriz olarak depresyon.” Federasyon, dünya ölçeğinde depresyonun giderek yaygınlaştığını, küresel bir kriz olarak tanımlanabilecek bir soruna dönüştüğünü rakamlarla gözler önüne seriyor.
Dünya Sağlık Örgütü tarafından 1990 yılında yapılan geleceğe dönük değerlendirmelerde, “2020 yılında depresyonun en yaygın görülen ikinci hastalık olacağı öngörüldü.”
Hastalık yükü araştırmalarında da depresyon, en üst sıradaydı. Bu öngörüyü destekleyen bir
Arada sırada da olsa İzmir’de de dişe dokunur, güzel etkinlikler oluyor. Bu sene 4’üncüsü yapılan İstanbul Tanpınar Edebiyat Festivali’nin bir ayağı 5-6 Ekim tarihleri arasında İzmir’de gerçekleştirildi. Ana destekçiliğini Vehbi Koç Vakfı’nın üstlendiği, Avrupa Birliği Kültür Programı ve Literature Accross Frontiers‘ın stratejik partnerliğinde düzenlenen festivalin 2012 teması “Şehir ve Korku” idi.
Söyleşilerde korku, edebi bir tür, bir kip, bir roman kahramanı, bir motivasyon olarak en geniş anlamıyla ele alındı. Yazarlar ‘korku’ kavramının edebiyattaki karşılığının yanı sıra bireysel korkulara ve ifadesini günümüzün toplumsal ve siyasal karışıklıklarında bulan ortak korkulara da değindiler.
Türk ve Hollandalı yazarlar önce Ege Üniversitesi öğrencileriyle buluştular. Daha sonra, Türkan Saylan Kültür Merkezi’nde, Gülşah Elikbank, Adnan Binyazar, Başak Sayan ve Neslihan Acu, Şehir ve Korku’yu tartıştılar.
Ertesi gün, 6 Ekim’de ise Doğaltaş Müzesi ilk kez bir edebiyat söyleşisine sahne oldu. Ülkemizin fantastik edebiyat konusunda başarılı yazarları, Gülşah Elikbank, Barış Müstecaplıoğlu, Mavisel Yener ve Enis Temizel, edebiyatın fantastik dünyasını masaya yatırdılar.
Ekonomist Dergisi bu yıl ikinci kez “Türkiye’nin 50 Konut Markası” araştırması düzenlemiş. Konut alanında markalaşmayı özendirmek için yapılan anket 2 binin üzerinde CEO ve üst düzey yöneticiye gönderilmiş. Gelen 463 yanıtla “Türkiye’nin 50 Konut Markası” belirlenmiş. İzmir’den yine ve sadece Folkart Yapı, ilk 50’nin içine girmiş. İzmir’de A+ Proje eksikliğini görerek yola çıkan ve İzmirliler bile İzmir’e yatırım yapmaz iken Folkart Narlıdere ve Folkart Mavişehir projeleri ile İzmir’e yatırım yapan Folkart Yapı bu listeye girmeyi fazlasıyla hak ediyordu.
Bu listeye girmenin bize ne faydası var diye düşünebilirsiniz. Öncelikle bu tür projeler şehirlerin prestiji ve kentsel dönüşümünde önem rol oynuyorlar. Sonrasında yapılan, arkasından gelen küçük inşaatlar, daha ekonomik siteler bile bu projelere benzetilmeye çalışılıyor. Böylelikle insanların yaşam gustosu artıyor. Şehrin çehresi değişiyor.
Folkart yeni bir proje ile İzmir’in önemli bir ihtiyacını daha hayata geçirmek üzere. 2013 yılı sonunda tamamlanması planlanan Avrupa’nın en yüksek 5’inci ikiz kulelerinin inşasına Bayraklı’da devam ediyorlar. İzmir’deki 3’üncü projeleri olan Folkart Towers ile de gözlerin İzmir’e
Son zamanlarımın en keyifli günlerinden birini Arkas Holding Yönetim Kurulu Başkanı Lucien Arkas sayesinde yaşadım. Herkeste olduğu gibi benim de tadım tuzum yok şu aralar. Nasıl olsun ki...
Bir yanda şehit haberleri, diğer yanda Balyoz davası, üstüne bir de ekonomistlerin önümüzdeki günler için çizdiği olumsuz tablo uyarıları derken, ben içimdeki Polyana’yı öldürmek üzereydim.
Sergiye yetiştim
Arkas’in katkıları ile fotoğraf sanatı alanında yurtdışındaki başarılarıyla tanınan Ahmet Ertuğ’un “Kütüphaneler ve opera sarayları” konulu “Sessizliğin Yankısı” isimli sergisi İzmir’e gelmişti. Üstelik İzmir Arkas Sanat Merkezi’ndeki serginin açılışı öncesinde Lucien Arkas ve Ahmet Ertuğ ile sohbet edecektim.
Sergi zaten başlı başına çok önemliydi. Ahmet Ertuğ gibi dünya çapında tanınan ve bizi yurtdışında mükemmel bir şekilde temsil etmiş bir sanatçıyla tanışacaktım. Bir de hep uzaktan uzağa bildiğim, İzmirli başarılı bir işadamı olarak çalışmalarını izlediğim, sanata katkısı adına kendisini hep taktir ettiğim Lucien Arkas’ı daha yakından tanıyacaktım.
Hayat, tercihlerimizin sonuçlarını yaşamaktan ibarettir; sözünden yolda çıkarak televizyon programımın çekim saatini öne