Kaçan balık büyük olur” sözünü muhakkak duymuşsunuzdur. Kim bilir kaç fırsatı göz göre kaçırdınız ve kendi kendinize ettiniz bu lafı. Peki ya o balığa çok ihtiyacınız varken, hatta onun için dualar ederken balığın yanınızdan geçip gittiğini bile fark edemiyorsanız.
Ya da istediğiniz şeyin başınıza bir lütuf şeklinde geldiğini... Lütuf deyince aklıma hep insan gibi düşünen elektron beyni, yani bilgisayarı yaratan matematik dehası Alan Turing geliyor. İkinci Dünya Savaşı yıllarında Nazi Almanyası’nın gizli mesajlarının şifrelenmesi ve tekrar çözülmesi amacıyla kurulan şifre makinesi olan ‘Enigma’nın şifrelerini, 5 kişiyle kapatıldığı, penceresi dahi olmayan bir odada, hayatı tehlikedeyken çözmeye uğraşırken “Herkes Almanya ile savaşırken, biz zamanla savaşıyoruz” diyordu. Bu sırada bilgisayarı keşfettiğinde, arkadaşı Alan’a “Bulmaca çözerek Nazizmi mağlup ettin” demişti. Alan ise icadı bilgisayar için “Burada yarattığım şeyin asla önemini anlamayacaksınız” açıklamasını yapmıştı. O günlerde kim tahmin edebilir ki, bir şifre çözücünün hayatımızın vazgeçilmez bir parçası olacağını ve yeni bir dönemi başlatacağını!
Fark etmeliyiz
Hayat sayısız imkân ve fırsatlarla dolu. Bazen bu fırsatları
Sık sık kendi kendime, “Öylesine bir dünden sonra böylesine bir gün” dediğim oluyor.
Sanırım sizin de aynı duyguyu hissettiğiniz ve başka şekillerde dile getirdiğiniz oluyordur.
Hayat o kadar da adil değil; bunu hep kanıtlıyor.
Ara ara kendime Tanrı’nın da unuttuğu şeyler vardır elbette diyorum ama sonra öyle olmadığını görüyorum.
***
Hayat her ne kadar seçimlerimiz sonuçlarına göre şekillense de bazen öyle şeyler oluyor ki, Tanrı’nın elimi tuttuğunu hissediyorum.
Ve bunu her hissettiğimde ne kadar şanslı olduğumu bir kez daha kendime hatırlatıyorum.
Aslına bakarsanız belki Tanrı elimi hiç bırakmıyordur da ben bunca keşmekeşin içinde, akıntıya kapıldığım ve iç sesimi dinlemeyi ihmal ettiğim, büyük resmi gözden kaçırdığım, filmin sonunu henüz yaşamadığım için Tanrı’nın elimi tutuğunu fark etmiyorumdur. Galiba öyle...
Hayatımız gittikçe enteresan ve tuhaf bir hal alıyor ve ben şaşkınlıkla seyrediyorum. Bir dünya vatandaşı olarak, yerel kanallarımızdaki haberleri izleseniz, ‘Sokakta yürünemez, can güvenliği yok, şehri eşkıyalar basmış’ der, ülkemize adım atmazsınız. Deprem sonrası sosyal medya paylaşımlarına baksanız, ‘depremin tektonik kaynaklı değil de zina kaynaklı olduğunu sandıklarını görür’ Türklerin kör cahil ve bağnaz olduğuna kanaat getirirsiniz. Alaçatı’yla ilgili yazılan köşe yazılarını okusanız, ‘Alaçatı’yı kovboy filmlerindeki Teksas havasında bir yer zannetmeniz’ olası ya da ‘İtalyan mafyasının hüküm sürdüğü, onların eğlence tarzına göre dizayn edilmiş bir tatil kasabası.’ Evet ama, bunlardan da ibaret değil yaşadıklarımız.
Tüm canlı varlıklar hayat veren pozitif enerji kaynaklarına yönelme ve yaşamı tüketen negatif enerjiden kaçma eğilimine sahip. Bu olguya da ‘Helyotropik’ deniyor. Böylesi bir gerçek avuçlarımızın içinde duruyorken yaşamı tüketen negatif enerjiler için neden aynı kafa ile çözüm üretmeye çalışıyorlar, tüm bunları neden yaşamı tüketen negatif enerjili bir üslupla dile getiriyor, sonra da iyi şeyler olmasını nasıl bekliyorlar, akıl sır erdiremiyorum!
Yargılama!
‘Negatif
Metin Hara, Adriana Lima birlikteliği üzerine yazsam olmuyor, yazmasam olmaz
Yani dil dursa hakim bey, tende can durmuyor, durumları.
Neden habire bu konu üzerinde konuşuyoruz? Bize bu kadar koyan ne?
Bunlara geçmeden önce öncelikle reklam birlikteliği mi, değil mi onu bir eleyelim istiyorum.
Hem de benim aklıma pek yatmıyor açıkçası. Dünyaca ünlü bir modelle reklam amaçlı birlikte olabilmek için büyük meblağlar ödemeniz gerekir, maliyeti ağırdır.
***
Bunun karşılığında da büyük bir maddi gelir getirecek beklentiniz olmalı.
Metin Hara’nın öyle bir gücü yok.
Fırsat buldukça şamanik yolculuğa çıkıyorum. Bir çeşit bilinçli rüyaya yatıyorum, diyelim.
Şamanik davulun sesini dinlememden birkaç saniye sonra bir tünele giriyorum; nereye, hangi zaman dilimine ve kim olarak çıkacağımı bilmeden.
Bir filmi ortasından izlemeye başlar gibi olayların içinde buluyorum kendimi.
Şamanik yolculuğum sırasında vizyonlar görmeyi bekliyorum.
***
Birçok görüntü/vizyon geliyor gözümün önüne; aralarında yaklaşık yüzyıllık zaman farkları olanlar var.
Hepsi de insanın yeryüzü kuvvetleriyle kurduğu farklı türden ilişkileri gösteriyor bana. Aralarındaki zaman farkı, doğayla ya da doğanın akışkan kuvvetleriyle kurulan ilişki farkını da yansıtıyor.
Bir de insanın insanla kurduğu ilişki yumaklarını görüyorum. Zamanlar farklı, hayatlar, kültürler, olaylar, doğayla doğanın akışı ile kurulan ilişki farklı aynı olan tek şey ise insanların insanlar ile olan ilişkileri oluyor.
İsviçreli bilimadamlarının uğraş vermedikleri, henüz bir bilim dalı sıfatını almamış ama bir bilim dalı ile yanı itibarı görebilen, her şeyden haberi olmak ile ilgilenen bir alandır; Herbokoloji!
Her şey hakkında yarı özgün fikirleri ve konuşabilme gücü olan, bir nevi içlerinde bitmek tükenmek bilmez ‘her şeyi bilen olmak isteyen’ ya da ‘kendini her şeyi bilen olarak lanse eden’ kişiler de herbokolog olarak adlandırılırlar.
Dünyanın en eski mesleği fahişelik olarak geçer ama aslında dünyanın en eski mesleği herbokologluk’tur.
Sayıları günden güne çığ gibi arttığı ve şaşılacak bir şekilde itibar gördükleri için de bu konuda yazma gereği duydum.
Bir herbokoloğun olmazsa olmazı, kuşkusuz kendinden emin duruşudur.
Zaten en büyük silahı da bu emin duruşun beraberinde getirdiği inandırıcılıktır.
Doğru okudunuz ‘Desperate HouseWives’ değil ‘Desperate HouseMan’!
Sayıları git gide artan, gizliden gizliye mutsuzluklarını kendi içlerinde yaşayan, asla göstermeyen Desperate HouseMan’ler var artık. House’nu atıp, ‘Desperate Man’ler de diyebilirsiniz.
2004 yılında vizyona giren, ABD’de reyting rekorları kıran dizi ile yeni bir terim kazandık; ‘Desperate HouseWives.’
Aynı banliyöde oturan, birbirlerine ve aslında kendilerine ne kadar mutlu oldukları yolunda oyunlar oynayan umutsuz ev kadınlarının hikayelerinin anlatıldığı bu dizi bizlere, her ne kadar biraz abartılmış olsa da ister ev hanımı olsun ister çalışan kadın fark etmiyor; etrafımızdaki mutsuz kadın portrelerinin aynasını tutmuştu.
Metropol insanı olmanın bir sonucu mudur mutsuz, umutsuz olmak bilemiyorum. Her daim kafası karışık olmak ve şunu yapmam lazım, bunu yapacağım diyerek bir ömür geçirmek. Kendini kötü hissetmek ve başkalarına kendini kötü hissettirmek.
Metropol insanın en büyük sorunu bu desperate mod. Mod ‘Desperate’ olunca dışa vuruş şekli kadında ve erkekte farklılıklar gösteriyor.
Kadın beyni daha duygusal, erkek beyni ise daha akılcı. O nedenle ilk duygusal tepki, kadınlardan geliyor. Erkekler de acı çekiyor ama
Bir İzmirli olarak Türkiye’nin köklü kulüpleri arasında yer alan Göztepe’nin 14 yıl aradan sonra Süper Lig’e yükselmesi üzerine elbette yazmadan duramazdım.
Göztepe’yi kutlayıp, bir parça tarihinden bahsettikten sonra asıl anlatmak istediklerime, bu şampiyonluğunun derinlerdeki önemine gelmek istiyorum.
Bir haftadır Göztepe ile yatıp Göztepe ile kalkıyorum; günlerdir içim dışıma sığmıyor.
Ne kadar hasret kalmışız böylesi sevinçlere!
Bize bu başarıyı ve gururu yaşattığı için Göztepe’nin Teknik Direktörü Yılmaz Vural’ın şahsında tüm teknik ekiple birlikte takımı, Başkan Mehmet Sepil ve yönetimini, Göztepe camiasını ve İzmirlileri kutluyorum.
***
Göztepe’nin Süper Lig maçlarını izlediğimi ve dolayısıyla İzmir’e olacak olan katkılarını düşündükçe daha bir keyifleniyorum.
Bu başarının önümüzdeki dönem Süper Lig’de artarak devam etmesini için başta yerel yönetimlerimize ve biz İzmirlilere önemli sorumluluklar düştüğünü de hatırlatmadan edemeyeceğim.