Fırsat buldukça şamanik yolculuğa çıkıyorum. Bir çeşit bilinçli rüyaya yatıyorum, diyelim.
Şamanik davulun sesini dinlememden birkaç saniye sonra bir tünele giriyorum; nereye, hangi zaman dilimine ve kim olarak çıkacağımı bilmeden.
Bir filmi ortasından izlemeye başlar gibi olayların içinde buluyorum kendimi.
Şamanik yolculuğum sırasında vizyonlar görmeyi bekliyorum.
***
Birçok görüntü/vizyon geliyor gözümün önüne; aralarında yaklaşık yüzyıllık zaman farkları olanlar var.
Hepsi de insanın yeryüzü kuvvetleriyle kurduğu farklı türden ilişkileri gösteriyor bana. Aralarındaki zaman farkı, doğayla ya da doğanın akışkan kuvvetleriyle kurulan ilişki farkını da yansıtıyor.
Bir de insanın insanla kurduğu ilişki yumaklarını görüyorum. Zamanlar farklı, hayatlar, kültürler, olaylar, doğayla doğanın akışı ile kurulan ilişki farklı aynı olan tek şey ise insanların insanlar ile olan ilişkileri oluyor.
Düşmanlıklar aynı, intikam alma şekilleri, acılar, kızgınlıklar, sevdalar, ihtiras, güç tutkusu ve entrikalar hep aynı.
Bazen modern giysilerinden kentli olduklarını anladığım kendilerini doğadan ayırarak duvarların içine kapatmış bedenlerin yeniden yeryüzünün akışkan kuvvetleriyle konforlu buluşmalarını izliyorum.
Belli bir şekle sokulmuş bedenler, birazdan şekillerini yitirecekler, ama neşelerinden de bir şey kaybetmiyorlar. Seyretmekten değil, akışın içinde olmaktan keyif alan, akışın içinde dönüşen neşeli bedenler.
Bizler seyrediyoruz sadece... Doğayı, olayları, doğal ve toplumsal peyzajları seyretmenin hazzına varıyoruz.
***
Evlerimizin pencerelerinden, sosyal medyadan, televizyon ekranlarından, otomobillerimizin camlarından akan görüntüleri, çerçeveleyerek yaşamın kesintisiz akışından kopardığımız kesitleri görsel yaratıklara dönüştük.
Seyretmenin hazzını yaşıyoruz sadece. Bir zamanların anı ölümsüzleştirmek için çekilen fotoğrafları bile sosyal medyanın 24 saat sonrasında kendini yok eden mezelerine dönüştü artık.
Yüzü manzaraya dönük kentli insanın bir dağın tepesinden, ayaklarının altında uzanan sis denizini seyretmesi gibi her şey.
Kendi kudretimizi aşan bir gücün, yüceliği seyretmenin hazzını yaşıyoruz. Korunaklı bir yerden doğanın kudretli gücünü seyrederken hissedilen bu yücelik duygusuna “keyifli dehşet” adını verilebilir gibime geliyor.
Eril ve aşkın bir gücü güvenli bir yerden izlemenin keyifli dehşeti. Ve karşımızda duran dehşetli görüntünün içinde benliğimizin erimesi.
***
Gücü elinde tutan her makam, mekanizma ya kişi yani despotik güç gösterileri de bizde aynı yücelik duygusu yaratabiliyor ve korunaklı yerlerimizden, camların arkasından şeklimiz bozulmadan bu gücü seyrederken “keyifli dehşetler” yaşayabiliyoruz.
Güç karşısında benliklerimiz eridiğinde, koşulsuz teslim oluyoruz güç sahibinin dehşetine. Ne acı değil mi?
İşin garibi bu güç sahibi diye tanımladıklarımdan bazılarını öyle uzaklarda aramanıza gerek yok aslında; eşimiz, sevgilimiz, annemiz babamız, arkadaşlarımız, patronumuz da olabiliyorlar siyasi partiler, inanç mekanizmalarının gücünü ellerinde tutmak isteyenler, dünyayı yönetmek isteyen kirli güçler, terör örgütleri olarak da karşımıza çıkabiliyorlar.
***
Hiç kimse, artık kalbinin adamı deği. Kaçacak deliklerimiz var. Düzen böyle işliyor.
Birileri de haliyle kendisine, bu kalıplarla istediği gibi oynayacağı bir satranç ustası rolünü uygun görüyor.
Bu keyifli dehşetten ancak kendinizi gerçekten tanıdığınızda, yaşam amacınızı bulduğunuzda, kendinizi sevmeyi öğrendiğinizde, konfor alanlarınızın esiri olmadığınızda ve kimsenin kul hakkına girmediğinizde kurtulabilirsiniz.
Tabii kendi kul hakkımıza girmekten de vazgeçmeniz gerekiyor. İyi ya da kötü niyetli satranç ustalarının piyonu, atı, fili olmaktan vazgeçmenin zamanı gelmedi mi artık?
Şu aralar kendimde bu yola girmeye cesaret edecek gücü buluyorum. Şunu çok iyi öğrendim ki, öyle ucundan biraz tutmakla olmuyor bu işler, tam açılmamış kanatlarla uçulmuyor.