Sadece biz Türkler değil tüm dünya Atatürk ’ün, en büyük siyasi lider olduğu kanısına varmış durumda. Nereden mi biliyorum? The New York Times gazetesinde yer alan habere göre, ABD’li profesör Ludwig ’in “Çağın Kralı: Siyasi Liderliğin Doğası” adlı kitabında, son yüzyıla damgasını vurmuş 377 büyük devlet adamı incelenmiş ve sadece tek bir lider ; bizim liderimiz Atatürk 31 puanla ilk sırayı almış. Atatürk, gelmiş geçmiş tüm devlet adamları arasında yapılan “siyasi büyüklük sıralamasında ” birinci gelmiş...
Kentucky Üniversitesi’nden psikiyatri uzmanı Prof. Dr. Arnold Ludwig “KING of the MOUNTAIN ” isimli bir kitap yazmış 20. yüz yılda. Dünya liderleri ile ilgili bir seri araştırmayı kapsayan bir kitap bu. ABD’li profesör dünyadaki liderler arasında yer alan iki bin kişiyi, belli ama aynı ölçütlere göre değerlendirmiş. Ülkeleri yönetmiş, Saddam’dan Kaddafi ‘ye, Mao ‘dan Roosevelt ‘e, De Gaulle’den Nehru’ya, Churchill ‘den Hitler ‘e, Mussolini ‘den Mandela ‘ya, Stalin’den Nasır ‘a ve Arafat‘a kadar son yüzyıla damgasını vurmuş 377 büyük devlet adamı incelemiş. Devlet adamlarının liderlik vasıflarını bilimsel bir objektiflikle ölçme amacıyla kaleme aldığı
Sınav sistemi son dakika yine değişmiş. Zekânın, aklın, çalışkanlığın kimseyi ilgilendirmediği, adresine yakın okula gidebilecekmişsin. Evinin etrafında başka okul olmadığı için imam hatip okuluna gitmek mecburiyetinde kalabilecekmişsin.
Zekâ ve yetenek değil, ikametgâh esaslı eğitim başlamış. Sınavlara zaten güvenmiyorduk, şimdi hiç kontrol edilemez bir hal alıyormuş.
Soruyorlar, bukonuda neden yazmıyorsun, diye. Tabii benim tuzum kuru biraz, çoluğum çocuğum yok.
Herkes gibi deneme tahtasına dönen eğitim sistemimizi ben de beğenmiyorum ve bu ani değişikliklere şiddetle karşıyım.
Ama yerine getirecekleri olası sistemleri de beğenmeyip, karşı olacağımdan ve ebeveynlerin hayallerindeki gibi bir eğitim sistemi hayal etmediğim için yazmıyordum.
‘Eğitimi elbirliğiyle mahvediyorsunuz’ diyeceğim içindir ki bu konuda öyle sizin hoşunuza gidecek bir yazı benden çıkmaz efendim.
***
Bu kafayla yani bu milli eğitim modeliyla, bu ebeveyn ruh haliyle, bu siyasi konjöktürlerle, bu idealistlikten uzak atanmaktan başka bir şeyi düşünmeyen öğretmen modelleri ile (böyle olmayanlar için sözüm meclisten dışarı) olmaz!
Evet, var böyle bir hastalık ‘sürekli meşgul olma hastalığı!’ Hatta meşgul olmayanı adamdan saymıyorlar.
Ne kadar meşgulsen, ederin o kadar bu devirde. Statü sembolü!
Kadını, erkeği, çocuğu, çalışanı çalışmayanı, yaşlısı, genci herkes pek bir meşgul. Neden peki?
Suçu teknolojiye ve modern çağın gereklerine attığınızı duyar gibiyim.
Bence hiçbir gerekçeyi bahane etmeyin, içinizdeki kendinizi değerli hissetme/gösterme ve sevilme ihtiyacınıza bakın.
***
Orada burada karşılaştığımızda adet yerini bulsun diye halimizi, hatırımızı soranlar ve arkasından sırasını bekleyip yaptıklarını anlatmak için can atanlarla dolu etrafımız.
Ben onlara
40’lı yaşlarıma yaklaşırken ancak öğrenebildim kaderimi sevmeyi. Öncesinde inşallah, umarım, kısmetse türünden laflara dahi kızardım.
Hayatı akışına göre karşılayıp yaşamaktansa hayat benim çizdiğim akışta ilerlesin isterdim, içten içe.
Oscar Wilde’ın güzel bir sözü vardır; “İnsanların yüzde 90’ı yaşamazlar, sadece vardırlar” der. Ben de ona hak verir, birçok insan, yaşamın tehlikelerini göze almaktansa yaşama taklidi yaparak ölmeyi bekliyor diye düşünür, onlardan olmamak için elimden geleni yapardım.
Ne kadar Nietzsche hayranı olsam da olanı kabullenmeye, sevmeye gönlüm razı gelmezdi bir türlü. Nietzsche’nin Amor Fati yani ‘Kaderini Sev’ felsefesinin anlamını bilsem de henüz o olgunluğa erişemediğim için okuduğumla kalır, boş yere acı çekerdim.
Yazgıya teslim olmaktan değil, zorunlu olanı kabullenme özgürlüğünü seçebilecek bilince ulaşmaktan bahsediyorum.
Bunu anlatmanın en iyi yolu da Nietzsche’nin “Kaderini sev, belki seninki en iyisidir...’ hikâyesini aktarmak sanırım.
Hayata her gün temiz bir sayfa açarak başlamak mümkün mü? Evet, pek kolay değil ama mümkün. Peki neden yapamıyoruz bunu? Acılar, öfkeler, lanetlemeler, acizlikler dolu kirlenmiş sayfalara tutunup kalıyoruz.
İyi yaşamak varken kendimizi kötü bir yaşama mahkûm ediyoruz, orası gerçekten bir muamma! Ve büyük olasılıkla yaşama sevinci ile alakalı. Her şeye inat, insan hayata her gün yeni bir sayfa açarak başlayabilmeli. Size tavsiyem, varsa etrafınızda böyle yaşama sevinci vampirleri, onları çıkarın hayatınızdan. İçinizdeki yaşama sevinci kaynağınızın gürlüğüne odaklanın...
***
Ne şanslıyım ki bana bunu ara ara hatırlatan bir üstadım, mentörüm, dostum var: Salim Kadıbeşegil. Hatırlatması yetmezmiş gibi bir de bloğunda bir Çetin Altan yazısı var ki, kesinlikle okumanızı öneriyorum. (http://www.salimkadibesegil.com/tr/2015/10/28/cetin-altan/) Siz okuyana kadar ben o yazıyı sizin için özetlemek istedim.
Salim Kadıbeşegil’in kaleminden...
“Her insanın hayatında her zaman Çetin Altan’lı anıları olmuyor.
1980’li yıllardı. Elvan Feyzioğlu bir gün bana “Çetin Altan’ın ‘İyi Yaşamak’ başlıklı yazısını okudun mu?” diye sormuştu. Okumamıştım. Yazıyı buldu, hem okudu hem de saklayayım diye fotokopisini
Bire bir yaşadıklarımdan, şahit olduğum kendimi bir anda davetsiz misafir olarak içinde bulduğum ya da bilinçli olarak içine çekildiğim olaylardan yola çıkarak bir gözlem yazısı yazıyorum bu sefer.
Ve kısaca diyorum ki, siz siz olun, kadınların, hatta mümkünse kimsenin fabrika ayarlarıyla oynamayın.
***
Sadece kocalara, erkek arkadaşlara, sevgililere falan da seslenmiyorum, hepinize birden diyorum. Elbirliğince, adım adım ilerleyerek cinnet getiren bir dişi topluluğu yaratıyorsunuz, yaratıyoruz. Ve en kötüsü de, geri dönüşü yok bu erozyonun. Cümleten mutsuzuz...
Son günlerde etrafımda onlarca keskin sirke modunda, farklı yaş, ebat ve kariyerde kadın görüyorum.
Sonuçta kimse gerçekten kendi değil, çoğu mutsuz ve neşesiz.
Her şey aslında zoraki yapılıyor. Gülümsemelerinde kocaman yaralar var.
***
Sosyal medya adeta mutluluk saçıyor, sayesinde sanıyorsunuz ki herkes pek mutlu. Ama bunun gerçek mutluluk mu, sahte mutluluk mu ya da mutlu olma çabası mı olduğunu bilemeyiz.
Hayatımızın büyük bir kısmında yer alan: yediğimiz içtiğimizden, giydiğimize, aldığımızdan okuduğumuza, yaptığımız her şeyi paylaşmaktan keyif aldığımız sosyal medyanın çok fena oyununa geliyoruz.
NY Times’ta geçtiğimiz günlerde yer alan haberde: “bakın biz ne kadar mutluyuz” temalı çift fotoğraflarını paylaşanların aslında hangi içsel eksiklikler ile bunu yaptığı, bu şekilde ilişkilerine ne kadar zarar verebilecekleri ve mutlu çiftlerin çoğu zaman tercihlerinin ilişkilerini sosyal medyada göz önüne sermemek olduğu uzman görüşleri ve araştırma sonuçları ile anlatılıyordu.
***
Gerçek şu ki: sosyal medyada sürekli mutlu çift imajı çizmeye çalışıp fotoğraf paylaşan çiftler aslında kapalı kapılar ardında gerçekten büyük sıkıntılar yaşıyor olabiliyorlar. Gerçekten mutlu çiftler bunu insanların gözüne sokmak için uğraşmıyorlar. Hatta ilişkilerini sosyal medyaya mümkün mertebe az yansıtıyorlar. Olması gerektiği kadar az ve öz mutlu anlar fotoğrafları ile yetiniyorlar.
Ya da tam tersi durumlar da mümkün. Bir bakıyorsunuz
Bu sorunun cevabına hayır diyecek bir ebeveyn olduğunu pek sanmıyorum.
Hayır demeseler de, “Dâhi olmasını isterdim ama mümkün değil” diye yanıtlayacak pek çok ebeveyn olduğuna rahatlıkla bahse girebilirim. Cevabın ‘ama’ dan sonrasını atıp ‘mümkün değil’ kısmına gelmek istiyorum. Sevgili anne, babalar çocuğunuzun bir dâhi olması mümkün, hatta bu biraz da sizin elinizde. Benim çocuğum ortalama bir zekâya sahip nasıl ‘dâhi’ olacak diyorsanız, Prof. Michael Howe’nun ‘Dehanın Açıklaması’ isimli kitabını okumanızı öneriyorum. Çünkü dâhi doğulmuyor, olunuyor!
Zekâ (IQ) araştırmasına göre, insanların yüzde 95’i orta bir zekâya sahip. Geriye kalan yüzde 2.5’lik kesim ileri zekâlı, yine yüzde 2.5’lik kesim geri zekâlılardan oluşuyor.
Zekâ geriliği olmayan her birey aslında dâhi olma potansiyeline sahip. Peki, neden yüzde 97.5’lik (Yüzde 95 + Yüzde 2.5) bölümde yer alan herkes büyük başarılar elde edemiyor da sadece çok küçük bir kesim, var olan bu muhteşem potansiyelini kullanıp çok başarılı oluyor? Exeter Üniversitesi profesörlerinden Michael Howe, dâhilerden gerekli dersi almadığımızı, onlardan gerekli dersleri alırsak, bunu kendimize ve çocuklarımıza uygulayabileceğimizi savunuyor.
***
Kitabın