Bir yılı daha geride bıraktık. Yeni yıla ise umutla bakmaktan başka çaremiz yok. Karamsar olmamızı gerektiren fazla neden de yok. Buna karşın uyanık olmamızı gerektiren nedenler var.
Sonuç itibariyle Türkiye, kalkınmış ve sanayileşmiş ülkeler arasına katılmasını sağlayacak bir rotada ilerlemeye devam ediyor. Toplumsal dinamiklerimizden kaynaklanan “basınç” ise bu rotanın önünü bir şekilde açmaya devam ediyor.
Günümüz Türkiye’sine bakıp nasıl umutlu olabileceğimizi sorgulayanlar çıkacaktır elbette. Zira ülkemizde büyük ölçüde kansız da olsa, “post modern” bir “iç savaş” yaşanıyor. Seçim yılı olması nedeniyle bu “iç savaşın” daha da şiddetleneceğini tahmin etmek güç değil.
Kavganın odağında yatan sorunlar ise esas itibariyle “yaşam tarzı” ve “temel insan hakları” ile ilgili meselelerdir. Yoksa biz bu topraklarda yaşayan aklıselim hiçbir insanın korkulan anlamda “bölücü” olabileceğine inanmıyoruz.
Buna rağmen ortada inkâr edemeyeceğimiz bir “bölücülük korkusu” var tabii. Ancak, bu korku üzerinden siyaset yapanların görmek istemedikleri bir gerçek de var. Türkiye dinci-laik, Türk-Kürt, Alevi-Sünni, zengin-fakir, Doğulu-Batılı gibi fay hatları ekseninde zaten bölünmüş olan bir
İsrail’de Dışişleri Bakanı Avigdor Lieberman’ın başını çektiği Yahudi köktendinciler ile Türkiye’deki yeniyetme anti-semit İslamcıların hoşuna gitmiyor tabii, fakat İsrail ile Türkiye arasındaki ilişkileri düzeltmek için aktif çabalar sarf edildiğini artık resmen biliyoruz.
Başbakan Erdoğan’ın son dönemde İsrail konusunda daha kontrollü gitmesi, Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun da, geçen hafta sonu bir grup gazeteciyle konuşurken İsrail’e dönük daha yumuşak bir tutum benimsemesi bu çerçevede dikkat çekiyor.
Fakat asıl önemli olan İsrail Dışişleri Bakanlığı sözcüsü Andy David’in birkaç gün önce yaptığı açıklama ile iki ülkenin şu anda örtülü görüşmeler yürütmekte olduklarını doğrulamasıydı.
Bu açıklamanın Lieberman’ın bu tür görüşmeleri engelleme çabalarına karşın, kendi bakanlığından yapılması tabii ki ayrıca ilginç. Bunu, İsrail dışişleri bakanlığı içinde Türkiye konusunda yaşanan görüş ayrılıklarına yormak mümkün bizce.
David o açıklamasında, “İki ülke tekrar doğru raya dönmeliler, eski diplomatik ilişkilerine kavuşmalılar, eskisi gibi dostane ilişki içinde olmalılar. Ben bunun çok gecikmeyeceğine inanıyorum” demiş, İsrail basınına göre.
Burada iki ülkenin kaybettikleri
Doğu Akdeniz’de petrol ve gaz rezervlerinin keşfedilmesinin ardından yaşanan gelişmeler, Türkiye ve KKTC’ye bölgede Kıbrıs sorunu bağlamında zemin kaybettireceğe benziyor. Ankara gerekli girişimlerde bulunuyorsa da gelişmeleri uluslararası camianın kabul edeceği bir şekilde durdurabileceği kuşkulu görünüyor.
Kıbrıs Rum yönetiminin 17 Aralık’ta İsrail ile “Münhasır Ekonomik Bölge (MEB) Sınırlandırma Anlaşması” imzalaması üzerine basınımızın konuya ilgisi arttı. İsrail’in Ankara Büyükelçisi Gaby Levi’nin dışişlerine çağrılarak uyarılması üzerine bu ilgi daha da arttı.
Oysa, Kıbrıs Rum kesiminin Mısır ve Lübnan ile benzeri anlaşmalar imzalaması bu kadar dikkat çekmemişti. Ankara, o ülkelere daha yumuşak tepki vermişti. Levi ile görüşmeden sonra yapılan açıklamada şunlar belirtiliyordu:
“Dışişleri Bakanlığı, Güney Kıbrıs Rum Yönetimi ile İsrail arasında imzalanan MEB Anlaşması’nın Kıbrıs’ta kapsamlı çözüm görüşmelerinin seyrini menfi etkileyeceğini belirterek, başta bölge ülkeleri olmak üzere uluslararası toplumdan GKRY’nin tek taraflı hareketlerine destek verilmemesinin beklendiğini bildirdi.”
Suriye’ye örtülü uyarı...
Burada İsrail üzerinden Mısır ve Lübnan’a, hatta Rum
Ermeni soykırım tasarısının, gazeteci Ümit Enginsoy’un deyimiyle, bu kez bir “gerilla baskını” ile ABD Temsilciler Meclisi’nden geçirilmeye çalışılmasına rağmen yine başarısızlığa uğramasından bazı önemli mesajlar çıkıyor. Her şeyden önce tasarının ABD Kongresi’nde her açıdan elverişli bir ortam olmasına rağmen oylanamaması, bu işin ilerde de kolay kolay gerçekleşmeyeceğine dair yeni bir işaret olarak alınabilir.
Oysa Amerika’daki Ermeni lobisi, Kongre’nin tasarı yanlısı Demokratlara geçmesinden, Obama’nın seçim kampanyasında tasarıyı destekleyeceğini söylemesinden ve Nancy Pelosi gibi davarlarını her zaman hararetle destekleyen birisinin Meclis Başkanı seçilmesinden dolayı ciddi şekilde umutlanmıştı. Ancak bu Kongre bile Ermeni tasarısını geçiremedi.
Özetle, lobinin ve Pelosi’nin son dakika manevraları, kendi açılarından en ideal olan ortamda bile tutmadı. Buradan çıkan mesaj ise gayet açık: Washington’dan bakıldığında, ulusal çıkar, yerel siyasi çıkarlara hâlâ baskın geliyor. ABD çıkarlarının Türkiye ile bağların kopmamasına dayandığı böylece tekrar görülmüş oldu.
Ermenistan yakın takipte
Öte yandan yabacı haber ajansları, Meclis Başkanı olarak Pelosi’nin yerine gelecek
Hürriyet’ten Metehan Demir’e konuşan Dışişleri Bakanı Davutoğlu, Ermeni soykırımı tasarısının ABD Temsilciler Meclisi’nden geçmesi haline Türkiye’nin tepkisinin sert olacağını çağrıştıran ifadeler kullanarak şöyle konuşmuş:
“Halen, Sayın Cumhurbaşkanımız ve Başbakanımızın da dahil olduğu devlette sadece 4-5 ismin üzerinde çalıştığı ve kimsenin aklına bile gelmeyecek bir karşı adımlar çalışması yürütüyoruz. Bunları şimdi açıklayamam fakat açıklanınca ülkemizin tepkisinin ne olacağı görülür.”
Bu sözlerin yayımlanmasının ardından Ankara’daki ABD Büyükelçiliği’nden Washington’a “acil” kodlu bir kriptonun uçtuğunu tahmin etmek güç değil. Soykırım tasarısının geçmesi halinde, Ankara’nın “kimsenin aklına gelmeyecek karşı adımlarının” ne olabileceğini merak edenler kuşkusuz sadece Amerikalılar da değil.
Davutoğlu’nun Batı genelinde olduğu gibi, Ortadoğu’da da dikkat çekecek olan bu sözleri üzerine biraz beyin jimnastiği yaparsak, Ankara’nın ABD’ye karşı misilleme olarak atabileceği adımlar hakkında şunlar söylenebilir.
Her şeyden önce, tasarının geçmesi halinde Washington Büyükelçimiz Namık Tan’ın protesto olarak Ankara’ya çağrılması beklenebilir. Ancak, Tan’ın geri çağrılmasının
İran Dışişleri Bakanı Manucehr Muttaki’nin işine Cumhurbaşkanı Ahmedinejad tarafından beklenmedik bir şekilde niçin son verildiği hala netleşmiş değil. Ahmedinejad’ın Muttaki’den uzun zamandır haz etmediği belirtiliyor. Ancak bunun nedenleri hakkında çok şey bilinmiyor.
Gerçek ne olursa olsun, Muttaki’nin Senegal’e yapmakta olduğu resmi bir ziyaret sırasında işten alınması doğal bir duruma işaret etmiyor. Kendisinin de zaten bundan dolayı kızgın ve küskün olduğu söyleniyor. Yeni dışişleri bakanı Ali Akbar Salihi ile devir-teslim törenine katılmayı reddetmesi de buna bağlanıyor.
Dikkatler şimdi Salihi’ye dönmüş bulunuyor. Ocak sonunda “P5+1” diye bilinen - ve Güvenlik Konseyi’nin daimi üyeleri artı Almanya’dan oluşan - grup ile İran arasındaki nükleer görüşmelerin İstanbul’da yapılacak olması, yeni dışişleri bakanının kimliğini Ankara açısından da önemli kılıyor.
ABD’deki ünlü “Massachusetts Institute of Technology”den mezun olan Salihi aslında Türkiye tarafından tümüyle bilinmeyen biri değil. Geçmişte İslam Konferansı Örgütü’nün (İKÖ) Genel Sekreter yardımcılığını yapmış olan Salihi, Temmuz 2009’dan bu yana da İran’ın atom enerjisi programının başındaki ismiydi. İran’ın
Gözler bu hafta sonu CHP kurultayı üzerinde yoğunlaşırken, ana muhalefetin 2011 genel seçimlerine dönük umutları da bu kurultaydan çıkacak olumlu sonuçlarla bağlantılı olarak canlanacak. Zira Kemal Kılıçdaroğlu liderliğinde iç mücadelelerini aşabilmiş bir CHP’nin AKP’yi ciddi şekilde zorlama potansiyeline sahip olacağı artık görülüyor.
Tabii bunun tersi de doğru. İç mücadelelerini aşamamış, çatışmaya ve bölünmeye devam eden bir CHP’nin, Türkiye’nin mevcut siyasi realiteleri karşısında, yerinde saymaya mahkûm olduğu da bir gerçek.
Böyle bir CHP hiçbir yere gidemeyecek, en fazla mevcut pozisyonunu daha da gerilemiş bir şekilde olsa bile koruyarak zayıf bir ana muhalefet partisi olmaya devam edecek. Yani meydan yine AKP’ye kalacak.
Başbakan Erdoğan’ın bu durumda neyi umduğunu, bu arada “Baykal dönemini” niçin özlediğini anlamak tabii ki zor değil. AKP’nin toplumdaki güçlü konumunu burada elbette ki azımsamak istemiyoruz. 12 Eylül referandumundan çıkan sonuçlar zaten bu konumu kanıtlıyor.
Muhalefetin inandırıcı ve günün gerçekleriyle uyumlu politikalar üretme konusundaki zafiyeti sürdükçe, AKP’nin birinci parti olmaya devam edeceği de ortada. Ancak Kılıçdaroğlu
Pazartesi günü beklenmedik bir şekilde vefat eden ABD’nin kıdemli diplomatlarından Richard Holbrooke ile Ankara’ya yaptığı ziyaretlerinden birinde tanışıp konuşmuştuk. Odaya girdiğinde varlığını etrafına anında hissettiren güçlü bir şahsiyet olması ve entelektüel yapısı dikkatimizi hemen çekmişti. Zaman içinde dikkatimizi çeken bir diğer özelliği ise Türkiye’ye her fırsatta arka çıkmasıydı.
Demokrat partili olması Ankara’da başta Ermeni ve Rum lobilerine yakın duracağına dair bir vehme yol açtıysa da, bunun böyle olmadığı zamanla görülmüştü. Tam aksine Holbrooke, ABD çıkarlarına da ters düşeceğini vurgulayarak, yönetimi bu lobilere kulak verip Türkiye’yi yabancılaştırmaması konusunda hep uyarmıştır.
Öte yandan “ılımlı İslam” tartışmaları çerçevesinde Türkiye’yi Malezya’ya benzetmesi bizde zamanında tartışmalara neden olduysa da, Holbrooke bu benzetmeyi kötü niyetle yapmamıştı.
Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun akademik kariyerinin bir bölümünü geçirdiği ve bu nedenle kendisine yakın hissettiği Malezya ile yapılan benzetmenin tümüyle abes olmadığı da zaten görülüyor. Buna rağmen Holbrooke bu benzetmeyi çok ileri taşımanın biraz “zorlama” olacağını da kabul etmesini bilmişti.
Ho