NATO’nun geleneksel endişesi dünyanın gözleri önünde ittifakın birlik görüntüsüne zarar verilmesidir. Başbakan Erdoğan’ın Nisan 2009’daki NATO zirvesinde çıkardığı “Rasmussen krizi” sırasında, birlik görüntüsünü bozan ülkeye karşı diğer üyelerin nasıl kenetlendiklerini de gördük.
Türkiye o sırada elde ettiği “palyatif” bazı “tavizler” suretiyle NATO içinde yalnız kalmaktan kurtulmuştu. Ancak Erdoğan’ın, “Müslüman liderlerden adaylığını veto etmesi için mesajlar aldığını” açıklamasına karşın, Ankara Rasmussen’in NATO Genel Sekreterliğini sonunda kabul etmek zorunda kalmıştı.
Lizbon zirvesinde füze kalkanı meselesi nedeniyle benzeri bir durum yaşanmadı. Ankara NATO’nun yeni “Yeni Stratejik Konsept” belgesini kabul ederek ittifakın “sadakat testini” geçti. AKP iktidarı da Türk kamuoyuna şimdi “Bastırdık ve her istediğimizi aldık” mesajını veriyor.
“Yeni Stratejik Konsept” belgesi, Ankara’nın isteği doğrultusunda, İran’dan, veya herhangi bir başka ülkeden, “tehdit” olarak söz etmiyor. Bunun sağlanmasında Türkiye’nin “bastırmasının” etkili olduğu kesin.
Ancak Türk diplomatlarının basınımıza yansıttıkları ile ABD diplomatlarının kendi basınlarına yansıttıkları gene de
Bayramın ikinci gününü Devlet Bakanı ve AB Baş Müzakerecisi Egemen Bağış ile gençliğimizin kenti olan İrlanda’nın başkenti Dublin’de geçirdik. Bağış, tahmin edileceği gibi, İrlandalı muhataplarından Türkiye’nin AB perspektifi konusunda destek istedi ve aldı.
Sokaktaki İrlanda’nın kafasında bazı soru işaretleri olsa da, İrlanda Türkiye’nin üyeliğine ilke olarak karşı değil. Ancak, konuştuğumuz İrlandalılar bugünlerde kendileri için Türkiye meselesinden çok daha hayati olan ekonomik krizi düşünüyorlar, bu konuyla yatıp kalkıyorlar.
AB üyesi olmalarına rağmen içine düştükleri ekonomik açmaza işaret ederek, müstehzi ifadelerle, “gerçekten de hâlâ üye olmak istiyor musunuz?” diye soranlara dahi rastladık.
Özetle, Türkiye’nin üyeliği konusunda bazı kuşkuları olan İrlandalıların yer yer kendi üyeliklerini bile sorgulamaya başladıklarını gördük.
Bu da doğal zira AB üyeliği sayesinde yaşanan ani ve baş döndürücü zenginleşme süreci, kötü ekonomi yönetimi ve geleceği yeterince hesaba katmama gibi faktörler nedeniyle yerini, çözülmesi yıllar alacak ekonomik krize bırakmış bulunuyor.
İrlandalıları şimdi rahatsız eden hususların başındaysa, AB/IMF ikilisinin acı reçeteleriyle gelecek
CHP’nin daha önceki eksikliklerinden biri, Avrupalı politikacılarla ve özellikle sosyal demokratlarla sıcak ilişkiler kuramamasıydı. Oysa bu ilişkiler Türkiye için sadece AB projesi açısından önemli değil. Günümüzün karmaşık ve tehlikeli dünyasında uluslararası anlayış ile dayanışmanın geliştirilmesi açısından da önemli.
Kemal Kılıçdaroğlu’nun bu açıdan daha farklı ve “proaktif” bir politika izlediğini görüyoruz. CHP’nin başına geçmesinden kısa bir süre sonra Avrupalı meslektaşları ile yeni köprüler kurmaya başladı. Bu arada partisinin AB projesine verdiği önemi vurgulamayı ihmal etmedi.
AB ile ilişkilerde yüz yüze temasın önemini de kavrayan Kılıçdaroğlu, eylül ayında Brüksel’e başarılı bir ziyarette bulundu. Oradayken Avrupa Parlamentosu’nda ve AB Komisyonu’nda kapsamlı temasları oldu. Kılıçdaroğlu muhataplarına, CHP’nin aleyhinde AB uyum projelerine karşıymış gibi bir imaj yaratıldığını, oysa bunun doğru olmadığını anlattı.
Partisindeki değişim sürecini merakla izleyen Avrupalı muhatapları da kendisine kulak verdiler ve söylediklerini not ettiler. Özetle Kılıçdaroğlu Brüksel gezisi sırasında, Avrupa’da kendisinden yana esen olumlu havadan da yararlanarak, CHP’nin uzun
Kıbrıs sorununda önemli bir dönemece yaklaşılıyor. Liderlerin Perşembe günü New York’ta yapacakları görüşmeden de bir sonuç çıkmazsa, 37 yıldır süren çözüm çabalarının sona ereceğini söyleyenlerin sayısı artıyor.
Financial Times’ın cuma günkü başmakalesinin başlığında da belirtildiği gibi, Kıbrıs’ta gerçekten de “oyunun sonuna geliniyor.” Bu durumda BM’nin Kıbrıs sorunundan çekilmesini bekleyen Financial Times’a göre böylece tek seçenek olarak adanın resmen bölünmesi kalacak. Gazete bu konuda şu görüşlere yer verdi:
“İki devletli bir çözüm ideal sonuç değil. Bu Kıbrıslı Rumlara, Türkiye’den algıladıkları tehdit karşısında yüksek askeri harcamalar yükleyecektir. Kısa vadede ise Türkiye’nin AB’ye katılma şansına bir darbe daha indirecektir.”
Financial Times, adanın bölünmesi halinde, Kıbrıs’ta “garantör ülke” olması nedeniyle İngiltere’nin KKTC’yi tanıyamayacağına da işaret etti. Diğer AB ülkelerinin de çekingen davranacaklarını yazan gazete, buna rağmen şunlara dikkat çekti:
“Ancak, birçok devlet, Rumların Kıbrıs sorunu yüzünden sürekli olarak AB’nin işleyişinde engel yaratmaları nedeniyle sabırlarını yitiriyorlar. Bu ülkelere göre, jeopolitik ve ekonomik önemi artan
AB Komisyonu’nun Genişlemeden Sorumlu üyesi Stefan Füle, Avrupa’da hafta başında yaptığı konuşmada, Ankara’nın “Ek Protokol” yükümlülüklerini anımsatarak, Kıbrıs sorunu nedeniyle Türk-AB ilişkilerinde bir “tren kazası” olasılığından söz etti.
Söz konusu protokollere göre Türkiye’nin limanlarını ve havaalanlarını Kıbrıs Rum kesiminin gemilerine açması gerekiyor. Bu Türkiye’nin AB ile üyelik müzakerelerine başlamadan önce kabul ettiği bir koşuldu.
Kıbrıslı Türkler üzerindeki izolasyonu hafifletmek için AB Komisyonu tarafından hazırlanan tedbirler paketi hayata geçirilmiş olsaydı, Ek Protokol’den kaynaklanan bu yükümlülüğün yerine getirilmesi AKP iktidarı açısından siyaseten riski olmazdı.
Ancak, Annan Planı süreci sonrasında Kıbrıslı Türkleri rahatlatacak olan bu paket, Türkiye’nin üyeliğine karşı olan ülkelerin desteğine dayanan Rumlar tarafından veto edildi. Ankara da bu veto kalkmadıkça Ek Protokol yükümlülüklerini yerine getirmeyi reddediyor.
Türkiye ile müzakerelerde sekiz faslı bu yüzden bloke eden AB tarafı şimdi Ankara’ya yükümlülüklerini anımsatarak, sözü “ahde vefa” kavramına getirmeye çalışıyor. Normal şartlarda Türkiye’ye dönük bu eleştiri haklı olabilirdi. Sonuçta
İngiltere’nin eski Dışişleri Bakanlarından Jack Straw, Times gazetesine yazdığı yazıda Avrupalı politikacılarda her zaman tanık olmadığımız bir dürüstlükle, Kıbrıs sorununu AB’de Türkiye’ye karşı kullananların olduğunu belirtmiş.
Straw’ın dediği gibi, Kıbrıs’ın sunduğu kolay bahaneler olmasa yüzde 98’i Müslüman olan Türkiye’nin AB’ye üye olmasına karşı çıkanlar bu kadar rahat muhalefet yapma fırsatı bulamazlardı.
Straw’ın, Türkleri bugün Batı’dan uzaklaştıran başlıca faktörün 74 milyonluk bir Türkiye’nin küçücük Kıbrıs’a rehin olmasından kaynaklandığını belirtmesi ise, Türk yetkililerinin farklı bir şekilde de olsa ifade ettikleri bir gerçektir.
Annan Planı’nın Rum tarafından reddedilmesinden sonra, Avrupa’da ortaya çıkan Rum yanlısı görüntü ile uygulamaların Türkiye üzerinde “yabancılaştırıcı” bir etki yarattığı inkâr edilemez.
Özetle Rum kesimi, koskoca AB’yi Türkiye ve Kıbrıslı Türklerin aleyhinde etkileyecek konuma gelebildiyse, bu anormal durum Türkiye’nin AB üyeliğine karşı olanların sağladığı destekle oluyor.
Bizler bunu uzun zamandır biliyoruz, ama bu gerçeği Straw gibi önemli Avrupalı siyasetçilerin ağzından duymaya alışık değiliz. Straw’ın yazısındaki en önemli
Türkiye’nin eksen kaydırıp kaydırmadığına ilişkin tartışmalar Lizbon’da 19 Kasım’da yapılacak NATO zirvesi öncesinde tekrar canlanıyor. Batılı yetkililer açık konuşmalarında diplomatik davranarak “Türkiye tabii ki eksen kaydırmıyor” demeye devam ediyorlar. Ancak “kayıt dışı” konuşmalarından ortaya çıkan görüntü biraz farklı.
AKP’nin Türkiye’yi nereye götürdüğünü anlamaya çalışan Obama yönetimi, bu muammayı çözebilmek için Ulusal Güvenlik Konseyi’nde özel bir “Türkiye masası” bile kurmuş.
Bu arada Batılı muhataplarımızın söylediklerine bakılırsa, Türkiye Batı’dan uzaklaşmadığını söylese de, Batı kritik konularda Türkiye’den uzak durmaya başlayabilir. Ankara’nın BM’de İran ve İsrail konularında Batılı ülkelerin desteğini alamaması da bu açıdan sırıtıyor.
Öte yandan, Türkiye’nin Lizbon zirvesinde Batı tarafından “sınanacağına” dair işaretler de gelmeye devam ediyor. Rusya’nın, küçük adımlarla da olsa, füze kalkanı konusunda NATO ile bir uzlaşmaya doğru ilerlemesi, bu arada Almanya, Fransa ve İngiltere gibi kilit NATO üyeleriyle Orta ve Doğu Avrupa ülkelerinin de bu projeyi desteklemeleri Ankara’nın işini daha da zorlaştırıyor.
Başta Fransa olmak üzere bazı ülkelerin,
Türkiye ile Çin arasındaki ilişkilerin dev adımlarla ilerlediğini görüyoruz. İki ülke arasında iki yıldır yaşanan baş döndürücü üst düzey ziyaret trafiği de bunun kanıtı. Cumhurbaşkanı Gül’ün 2009’da gerçekleştirdiği resmi ziyaretinin ardından Maliye Bakanı Şimşek, Dış Ticaretten Sorumlu Devlet Bakanı Çağlayan, Ulaştırma Bakanı Yıldırım, Kültür Bakanı Günay, Sağlık Bakanı Akdağ ve İçişleri Bakanı Atalay bu ülkeyi peş peşe ziyaret ettiler.
Bu arada Çin’den Ticaret Bakanı Chen Demin, Çin’in beş numaralı adamı Li Changchun, Çin Dışişleri Bakanı Yang Jiechi ve son olarak Çin Başbakanı Wen Jiabao Türkiye’ye gelip üst düzey temaslarda bulundular. Dışişleri Bakanı Davutoğlu ise Çin’den yeni döndü ve haberlere bakılacak olursa oradaki temasları bir hayli başarılı geçmiş.
Özetle Türk-Çin ilişkilerinin emin adımlarla ilerlediğini görüyoruz ki, günümüz dünyasında bunu olumlu karşılamak gerekiyor. Ancak Türkiye’nin “Çin açılımını” bizde bazılarının anladığı şekliyle, Batı’ya bir alternatif olarak görmek de gerçeklerle pek uyumlu değil. Zira bugün neredeyse tüm dünya ülkelerinin birer “Çin açılımı” var.
Türkiye için tercih değil zorunluluk
Başka bir deyişle bu açılım Türkiye için bir