Brüksel’de bugün yapılacak olan AB Genel İşler Konseyi toplantısı öncesinde, dört önemli Avrupa ülkesinin Dışişleri Bakanları tarafından International Herald Tribune gazetesine gönderilen ve Türkiye’ye büyük destek veren yazının önemi azımsanmamalı.
Buna karşın İsveç Dışişleri Bakanı Carl Bildt, İtalya Dışişleri Bakanı Franco Frattini, İngiltere Dışişleri Bakanı William Hague ve Finlandiya Dışişleri Bakanı Alexander Stubb’ın kaleme aldıkları yazının Türk-AB ilişkilerinde kısa vadede çok büyük bir değişikliğe yol açması da beklenmemeli.
Sonuçta, Türkiye karşıtlığını hayatının misyonuna çevirmiş olan Fransa Cumhurbaşkanı Sarkozy gibi düşünenlerin inadı kırılmış değil. Hatta Sarkozy’nin Türkiye’ye verilen bu güçlü destek karşısında pozisyonuna daha da sıkı sarılması beklenebilir.
Dört kilit dışişleri bakanının Türkiye’ye verdikleri desteğin Sarkozy’nin keyfini ciddi şekilde kaçıracak nitelikte olması yine de sevindiricidir. Sonuçta Fransa Türkiye’nin beş müzakere faslını veto etmek suretiyle Türkiye’nin AB yolunu somut ve yasal olmayan bir adımla kesmiş olan tek AB üyesidir.
Sarkozy istediği kadar “aslında Avrupa’da herkes bizim gibi düşünüyor ama söyleme cesaretleri yok”
Başbakan Erdoğan’ın diplomasi sanatı ve diplomatlarla yıldızı bir türlü barışmıyor. Barışacak gibi de değil. Wikileaks tarafından sızdırılan Amerikan gizli yazışmalarından sonra bu mesleğe ve onu yürütenlere duyduğu antipatinin katlanarak arttığını tahmin etmek güç değil.
ABD Dışişleri Bakanlığı sözcüsü Philip J. Crowley’in Amerikan kriptolarını savunan açıklamasının bu antipatiyi daha da körüklediği aşikâr. Bu da bir yerde anlaşılır, zira Erdoğan Amerikan kriptolarında yer alan “İsviçre’de gizli hesaplar” iddiasının “yalan” diye geçiştirilemeyeceğini biliyor.
Nitekim konu daha ilk günden iç siyaset malzemesi oldu. Gündemden düşeceğe de pek benzemiyor. Erdoğan bu nedenle AKP genel başkan yardımcılarından Abdülkadir Aksu’yu, bu konuda yasal olarak ne yapılabileceğini araştırmak üzere görevlendirdi. Aksu da konuyla ilgili açıklamalarında dava edilecek suçlu diplomat aradıklarını belli etti.
Ancak Erdoğan ile Aksu’yu kötü bir haber bekliyor. Zira hiç kimseyi dava edemeyecekler. “Elçiye zeval olmaz” lafı boşuna değil. Erdoğan ve Aksu’nun açıklamalarından, diplomasinin nasıl bir iş olduğunu ve hangi uluslararası kurallara tabi olduğunu pek anlamadıkları ortaya çıkıyor.
Oysa
İran ile beş Güvenlik Konseyi üyesi ve Almanya’dan oluşan “P5+1” adlı grup arasındaki nükleer görüşmeler bir yıllık aradan sonra pazartesi günü Cenevre’de yeniden başladı. Böylece, AKP iktidarının görüşmelerin Türkiye’de başlaması hayali gerçekleşmemiş oldu.
Buna karşın görüşmelerin ikinci turunun Türkiye’de yapılacağı bildiriliyor.
Gerçekleşmesi halinde bunun AKP iktidarı açısından belli ölçüde itibar kurtaran bir gelişme olacağı kesin. Zira müzakerelere ev sahipliği yapmayı bırakın, Ankara müzakere masasında kendisine bir yer bulmayı umuyordu. AKP iktidarını kendisine yakın gören İran da bunu arzuluyordu.
Fakat Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov, Türkiye’nin o masada olmayacağını aylar önce açıkladı. AKP’nin İran’a karşı önyargılı davrandığına inandığı Batılı grup bir yana, bu gruba dahil olmayan Çin bile Türkiye’yi bu konuda desteklemedi. Açıkça konuşmak gerekiyorsa, müzakere sürecine dahil olması halinde Türkiye’nin İran’a karşı oluşturulmaya çalışılan kolektif baskıyı “sulandırmasından” hâlâ endişe edenler var.
Ancak, müzakerelerin ikinci turunun Türkiye’de yapılacak olması, dediğimiz gibi, AKP iktidarı açısından “zevahiri” yine de belli ölçüde kurtaracaktır. Tabii
Başbakan Erdoğan’ın İsrail’deki orman yangınına iki söndürme uçağının gönderilmesi için talimat verdiği sıralarda, Berlin’de Alman Dış Politika Araştırma Enstitüsü’nde (Deutsche Gesellschaft für Auswärtige Politik e.V. Forschungsinstitut) bir sunumda bulunuyorduk.
Aktif diplomatlar, emekli büyükelçiler, hükümet danışmanları ve akademisyenlerden oluşan kalabalık bir grubun izlediği konferansta, Humboldt Üniversitesi’nde misafir akademisyen olan ODTÜ hocalarından Hüseyin Bağcı ile karşılaştığımız soruların başında İran meselesi ve Türk-İsrail ilişkileri geldi.
AKP iktidarının bu iki ülkeye yaklaşımının, ABD’de olduğu gibi Almanya’da da, “Türkiye’nin eksen kaydırdığına” dair algıyı besleyen başlıca faktörler arasında yer aldığını böylece gördük. Bu çerçevede bize Türk-İsrail ilişkilerinin düzelmesi konusunda umutlu olup olmadığımız soruldu.
Biz de İsrail’in Mavi Marmara konusunda özür dileyip tazminat ödememesi halinde bunun mümkün olamayacağını, İsrail’deki sağcı/dinci karışımı hükümetin ise durumu kolaylaştırmadığını söyledik. Bu nedenle de ilişkilerin yakın bir gelecekte düzelmesini beklemediğimizi belirttik.
Bu sözlerimizden sadece birkaç saat sonra, Türkiye’nin
Washington’un gizli diplomatik yazışmaları AKP iktidarının Ortadoğu’ya dönük politikasının bölgede sanıldığı kadar sempati yaratmadığını ortaya koyuyor. Bu belgeler Türkiye’nin İran konusunda sadece Batı’da değil, “etkisinin giderek arttığı” söylenen Ortadoğu’da da yalnız kaldığını gözler önüne seriyor.
İşin içinde ilginç bir ironi de var. Başbakan Erdoğan -geçen hafta Lübnan’da yaptığı gibi- İsrail’i kastederek, “Allah’ın izniyle cezalandırılacak” derken, Suudi Arabistan Kralı Abdullah Bin Abdülaziz, bu belgelere göre, “Allah bizi İran’ın günahlarından korusun” diyormuş. Kral bununla da yetinmeyerek, İran’ı kastederek, “yılanın başının kesilmesi gerektiğini” söylüyormuş.
Bu düşüncede olan sadece Suudi Kralı da değil. ABD’nin gizli yazışmalarına göre Körfez’deki Sünni Arap rejimlerinin hepsi Şii İran’ı artan bir tehdit olarak algılıyorlar.
Bu arada Katar Emiri Şeyh Hamad Bin Halife’ye göre, “İranlıların söyledikleri yüz kelimeden sadece birisine inanılması” gerekiyormuş.
Birleşik Arap Emirlikleri Genelkurmay Başkan Yardımcısı da olan Abu Dhabi Prensi Muhammed bin Zayid El Nahyan ise İran’ı “var oluş açısından bir tehdit” (existential threat) olarak tanımlıyormuş. Hamas
AKP iktidarı, Arap sokaklarından Başbakan Erdoğan için yükselen “Hoş geldin Sultan” nidalarının “şehvetine” kapılırken, bölgedeki siyasi ve askeri gerçekler Türkiye’de pek hesaba katılmıyor.
Ankara’nın Washington ile ilişkileri kötüye giderken, bazılarının, AKP’nin Ortadoğu’ya dönük ataklarını “İsrail destekçisi ABD’ye bir “nazire” olarak yorumladıklarını görüyoruz. Gerçek durum ise ABD’nin Ortadoğu’da Türkiye’ye alternatifler sağlayacak önemli askeri bağlar geliştirmekte olduğunu gösteriyor.
ABD Genel Kurmay Başkanı Oramiral Michael Mullen’ın Eylül ayındaki ziyareti öncesinde, basınımızda “Irak’tan asker çeken ABD Türkiye’ye muhtaç kaldı” yorumlarından geçilmiyordu. Mullen ise Ankara’da konuya son noktayı şu şekilde koymuştu.
“Geçen yıl 100 bin askeri, 38 bin ağır teçhizat ve 2 milyon üstündeki ekipmanı hiçbir sıkıntı yaşanmadan sağlam iletişim yollarını kullanarak geri çekmeyi başardık. Bunların hiçbiri Türkiye ’den geçmedi.” O günden sonra konu Türkiye’de gündemden düşürüldü. Bu arada hiç kimse, Mullen’ın “sağlam iletişim yollarından” neyi kastettiğini merak etmedi. Oysa ABD bu işi Ortadoğu ülkeleriyle gelişen askeri işbirliği çerçevesinde gerçekleştirmişti.
Kendisine
Türkiye’deki İslami “aydınların” katkılarıyla giderek belirginleşen “müdahaleci İslami aktivizm” önce 1985 Cannes film festivalinin “en iyi yönetmen” ödülünü alan Emir Kusturica’yı, ardından da Nobel ödüllü V.S. Naipaul’u ülkemizden kovmak suretiyle dişlerini göstermeye başladı. İşin ilginç yanı ise, her iki ismin Türkiye’ye daha önce gelmiş olmalarına rağmen aleyhlerindeki kampanyanın ancak şimdi ortaya çıkmasıdır.
Bunun 12 Eylül referandumu sonrasında İslami kesimde artan özgüvenin bir sonucu olup olmadığı tartışılabilir. Sonuçta bu tür gelişmelerin “kendilerini yeterince güçlü saydıklarında neler yapacaklarını şimdiden göstermeye başladılar” argümanını körüklediği kesin.
Dahası, “bugünden bunları yapanların gelecekte ‘katli vaciptir’ diye bazı kişilerin peşine düşmeyeceklerine karşı ne tür garantilerin olduğunu” merak edenler de var.
Bunların “Çağdaş Türkiye” iddiası açısından çok da sevindirici gelişmeler olmadığı aşikâr.
Özetle, “özgür ifade” kavramını hiçe sayan bu İslami yaklaşım, kendisini zamanla Türkiye içinde farklı şekillerde dışa vuracağına dair olumsuz beklentileri de arttırıyor. Bundan bir süre önce, üstelik “Avrupa Kültür Başkenti” iddiasında olan
Türk AB ilişkilerindeki ciddi yavaşlamadan Avrupa tarafını suçlamayı severiz. Bu suçlama tümüyle dayanaksız da değil. Sonuçta İngiltere’nin eski dışişleri bakanlarından Jack Straw’ın da Times gazetesine kısa bir süre önce yazdığı gibi, bazı AB üyelerinin Kıbrıs sorununu kullanarak Ankara ile oyun oynadıkları aşikâr.
Dünkü Milliyet’te de vardı. Yunanistan Dışişleri Bakanı Dimitris Drustas bile mevcut Türk-AB ilişkilerini “komik bir tiyatro oyununa” benzetmiş ve Ankara’ya bir üyelik takviminin verilmesi gerektiğini söylemiş. Onun için AB tarafını temize çıkarma niyetimiz yok.
Öte yandan üyelik müzakerelerinde Türk tarafının da bütün yükümlülüklerini, zamanında ve istenen formatta yerine getirdiği tartışılabilir. Türkiye’de bazı kurumların bu açıdan ayak sürdükleri AB ile ilgili yetkililerimizden her zaman duyduğumuz bir şikâyet olmuştur.
Kısacası AB Türkiye için bir “devlet politikası” olabilir, ancak -oluşmuş çıkar yumakları nedeniyle- devletin tüm birimlerinin bu anlayış içinde hareket ettiklerini söylemek güç. Ankara şimdi bu açıdan yeni bir sınavla karşı karşıya. Üstelik de sorunun önümüzdeki birkaç gün içinde çözülmesi gerekiyor.
Burada Belçika dönem başkanlığı sırasında