Bir yılı daha geride bıraktık. Yeni yıla ise umutla bakmaktan başka çaremiz yok. Karamsar olmamızı gerektiren fazla neden de yok. Buna karşın uyanık olmamızı gerektiren nedenler var.
Sonuç itibariyle Türkiye, kalkınmış ve sanayileşmiş ülkeler arasına katılmasını sağlayacak bir rotada ilerlemeye devam ediyor. Toplumsal dinamiklerimizden kaynaklanan “basınç” ise bu rotanın önünü bir şekilde açmaya devam ediyor.
Günümüz Türkiye’sine bakıp nasıl umutlu olabileceğimizi sorgulayanlar çıkacaktır elbette. Zira ülkemizde büyük ölçüde kansız da olsa, “post modern” bir “iç savaş” yaşanıyor. Seçim yılı olması nedeniyle bu “iç savaşın” daha da şiddetleneceğini tahmin etmek güç değil.
Kavganın odağında yatan sorunlar ise esas itibariyle “yaşam tarzı” ve “temel insan hakları” ile ilgili meselelerdir. Yoksa biz bu topraklarda yaşayan aklıselim hiçbir insanın korkulan anlamda “bölücü” olabileceğine inanmıyoruz.
Buna rağmen ortada inkâr edemeyeceğimiz bir “bölücülük korkusu” var tabii. Ancak, bu korku üzerinden siyaset yapanların görmek istemedikleri bir gerçek de var. Türkiye dinci-laik, Türk-Kürt, Alevi-Sünni, zengin-fakir, Doğulu-Batılı gibi fay hatları ekseninde zaten bölünmüş olan bir ülkedir.
Bu fay hatlarının hepsi de bugün “aktif” haldedir. “Tekdüze toplum” isteyenlerin bu durum karşısında yapabilecekleri fazla bir şey de yok artık. Zira Türkiye şu anda toplum mühendisliğini geride bırakan, buna karşın toplumsal dinamiklerin doğal mecralarında akmaya başlamasıyla gelişen bir ülkedir.
Bizce Türkiye’yi “Avrupalı” bir ülke yapan da zaten bu temel dinamiklerdir. “Karıştırıcı yabancı parmak” argümanları ise, Türkiye’deki dinamikleri anlamak istemeyenler açısından ucuz bir bahaneden ibarettir. Nedeni de malum:
Kavga konusu yaptığımız meselelerin hiçbiri “yabancı bir el” tarafından Türkiye’ye “enjekte edilmiş” değil. Yukarıda sözünü ettiğimiz fay hatları bugün aktif duruma geldilerse, bunun nedenleri esas itibariyle “yerli malıdır.”
Türkiye’deki genel görüntüye bakıp gelecek hakkında nasıl umutlu olabildiğimizi sorgulayanlar çıkacaktır tabii. Fakat bugün sert bir şekilde olsa bile, sonuçta “konuşan” ve bu yoldan çözüm arayan bir Türkiye’de yaşıyoruz.
İster milliyetçilik, ister dincilik, ister laiklik açısından olsun, “mahrem” sayılan her konu televizyonda kitleler önünde masaya yatırılıyor. Cezaevlerinde 50 kadar gazeteci ve haklarında soruşturma yürütülen binlerce gazeteci bulunmasına karşın, Türkiye’de bugün hiçbir şey saklı kalmıyor, kalamıyor.
Devletin yasakçı refleksleri ne olursa olsun, toplumsal dinamiklerimiz sayesinde artık “açık bir toplum” olduğumuzu göz ardı etmek mümkün değil. Başka bir deyişle günümüz Türkiye’sinde toplumsal değişimi ve demokratik açılımları zorlayan temel faktör “heterojen” yapımızdır.
Bu temel gerçeği bu saatten sonra, değiştirebilecek bir güç de yok. Bu da çağdaş Türkiye’nin geleceği açısından olumlu bir durumdur. Sonuçta heterojen toplumların gerçek demokrasiye ihtiyaçları her zaman daha fazladır; hatta “hayati” niteliktedir.
Türkiye’deki kavgalar aynı zamanda, hiç de alışık olmadığımız “uzlaşı kültürünü” bir zorunluluk haline getirmiş bulunuyor. Sokaktaki insan uzlaşı sağlanamazsa yaşanacakları düşünmek istemiyor.
Kürt meselesi çerçevesinde bizde “Bask modelinden” sık sık söz edilir. Oysa İspanya’dan bu konudan önce alınacak çok acı bir ders var. O da o ülkede 1933-1939 arasında yaşananlardır. O yıllarda “hoş görüsüzlük” nedeniyle yaşanan kanlı iç savaş, temel sosyolojik yapısı ve dinamikleri Türkiye’den çok farklı olmayan İspanya’yı nerelere sürüklediğini her zaman akılda tutmakta yarar var.
Bize umut veren ise Türkiye’nin, en azından şu ana kadar, o yoldan gitmektense en zorlu sorunlarını gecikmeli olarak olsa bile açıkça tartışıyor ve çözümler üretmeye çalışıyor olmasıdır.
Fakat başta dediğimiz gibi, bu umuda rağmen uyanık kalmakta yine de yarar var. Tüm okurlarımın yeni yılını kutlarım.