Pazartesi günü beklenmedik bir şekilde vefat eden ABD’nin kıdemli diplomatlarından Richard Holbrooke ile Ankara’ya yaptığı ziyaretlerinden birinde tanışıp konuşmuştuk. Odaya girdiğinde varlığını etrafına anında hissettiren güçlü bir şahsiyet olması ve entelektüel yapısı dikkatimizi hemen çekmişti. Zaman içinde dikkatimizi çeken bir diğer özelliği ise Türkiye’ye her fırsatta arka çıkmasıydı.
Demokrat partili olması Ankara’da başta Ermeni ve Rum lobilerine yakın duracağına dair bir vehme yol açtıysa da, bunun böyle olmadığı zamanla görülmüştü. Tam aksine Holbrooke, ABD çıkarlarına da ters düşeceğini vurgulayarak, yönetimi bu lobilere kulak verip Türkiye’yi yabancılaştırmaması konusunda hep uyarmıştır.
Öte yandan “ılımlı İslam” tartışmaları çerçevesinde Türkiye’yi Malezya’ya benzetmesi bizde zamanında tartışmalara neden olduysa da, Holbrooke bu benzetmeyi kötü niyetle yapmamıştı.
Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun akademik kariyerinin bir bölümünü geçirdiği ve bu nedenle kendisine yakın hissettiği Malezya ile yapılan benzetmenin tümüyle abes olmadığı da zaten görülüyor. Buna rağmen Holbrooke bu benzetmeyi çok ileri taşımanın biraz “zorlama” olacağını da kabul etmesini bilmişti.
Holbrooke, Türk tarihine ve Atatürk’ün yaşamına özel bir ilgi duyduğunu yansıtmaktan da hoşlanırdı. Türklerden nefret ettiğini her fırsatta açığa vuran dönemin İngiliz Başbakanı Lloyd George’un torunlarından olan Margaret MacMillan’ın, Birinci Dünya Savaşı sonrasındaki barış görüşmelerini anlatan -ve Türkiye açısından şaşırtıcı derecede nesnel olan- “Paris 1919” adlı kitabını da bu açıdan bir fırsat olarak değerlendirmişti.
Holbrooke, Türkçeye de çevrilmiş olan bu önemli kitaba yazdığı önsözünde, Atatürk’ten “20’nci yüzyılın en olağanüstü liderlerinden biri” olarak bahsediyor. Holbrooke, yenilginin küllerinden yükselen bir ülke olarak gördüğü Türkiye’nin, Atatürk’ün açtığı yol sayesinde dünyanın en önemli oyuncularından biri olacağına dair inancını da hiçbir zaman yitirmedi.
Ankara açısından Holbrooke’ın en önemli diplomatik girişimlerinden biri, 1996 yılında patlak veren ve kontrol edilmemesi halinde nereye gideceği belli olmayan Kardak krizinde Türkiye ile Yunanistan arasında yaptığı arabuluculuk olmuştur. Buradaki başarısının ardından “Avrupa uyurken biz bir savaşı engelledik” demişti ki, Avrupalılar ne kadar kızarlarsa kızsınlar, bu lafı her zamanki gibi fazlasıyla hak etmişlerdi.
Holbrooke’ın Avrupa’da herkesin hoşlanmadığı esas başarısı ise kanlı Bosna savaşının sonlandırılmasında ortaya çıkmıştı. “Dayton Anlaşması”nın baş mimarı olan Holbrooke
böylece Avrupa’nın sağcı ve muhafazakâr kesimlerinin örtülü gündemlerine çomak sokmuştu.
Oysa bu kesimler, “Vah vah, çok yazık, insanlar ölüyor” diye konuşmalarına karşın, aslında Sırpların Müslüman Boşnak ve Arnavutları “halletmelerini” gizlice temenni ediyorlardı. Bunu da, herkesin gözü önünde yaşanan Sırp vahşetine rağmen, “bu bir iç savaştır karışamayız” argümanlarına dayandırdıkları ataletleriyle dışa vuruyorlardı.
Bu yüzden Holbrooke’ın ölümüne en çok üzülenlerin başında Müslüman Boşnaklarla, Kosova’daki Arnavutların olması, en çok sevinenlerin ise milliyetçi Sırplarla Avrupa’daki sempatizanların olması şaşırtıcı değil.
Radko Mladiç ve Radovan Karadziç gibi soykırımla suçlanan Sırplar ise Holbrooke’ın nispeten genç bir yaşta ölmesinin ardından kuşkusuz bayram ediyorlardır. Bu da kendi açılarından normal, zira savaş suçlusu olmaları nedeniyle Holbrooke’ın nefesini her zaman enselerinde hissetmişlerdir.
Öte yandan Holbrooke’ın başta kabul ederek sonra vazgeçtiği nadir görevlerden biri ABD’nin Kıbrıs özel temsilciliği göreviydi. Bu kararı ise bir yerde Kıbrıs meselesinin kendisi gibi deneyimli bir diplomat tarafından bile kolay çözülemeyeceğinin itirafı oldu ki, bunda da pek haksız çıkmadı bizce.
Uzun lafın kısası, Holbrooke’ın ölümüyle Amerika önemli bir diplomatını, Türkiye ise önemli bir dostunu ve destekçisini kaybetmiş oldu.