İran’da 2009’da yapılan cumhurbaşkanlığı seçimlerinden sonra yaşanan “Yeşil Devrim” Mısır’da 2010’da yapılan meclis seçimleri sırasında görülen huzursuzluk ve şimdi de Tunus’taki “Yasemin Devrimi” ile Lübnan’da baş gösteren siyasi karmaşa derken, tüm bölgenin toplumsal çalkantılara gebe olduğunu görmemek mümkün değil.
Libya lideri Muammer Kaddafi’nin, Zeynelabidin bin Ali aleyhine sokaklara dökülen Tunuslulara, “Adam gideceğini söyledi, üç yıl sabredemediniz” diye çıkışması ise, bölgedeki diktatörlerin de bu gerçeği gördüklerini ve bundan endişe duyduklarını göstermesi açısından önemliydi.
İran ve Mısır şimdilik paçayı kurtardılar. Ancak Ahmedinecad ile Mübarek’in “akil liderliklerinden” dolayı değil. Bunu baskı yoluyla becerdiler. Fakat kendileri açısından tehlikeyi sadece ileri bir tarihe ertelemiş oldular.
Tunus’ta yaşananlar, bazı şeyleri baskıyla ne kadar ertelerseniz erteleyin, toplumların eninde sonunda bir patlama noktasına geleceklerini gösteriyor. İran aslında bunun en büyük kanıtını 1979’da sağladı. Tunus da şu anda bu noktada bulunuyor.
Ancak İran’da yaşananlara bakılırsa, bu Tunus açısından aynı zamanda en tehlikeli noktadır. Zira “demokrasi” adına yapılmış
Alman kaynaklarından öğrendiğimiz kadarıyla Başbakan Angela Merkel, Kıbrıs çıkışı (daha doğrusu “gafı”) için Başbakan Erdoğan’ın istediği şekilde Türkiye’den özür dilemeyecekmiş. Buna karşın meseleyi tırmandırma niyetinde de değilmiş.
Tabii işin Almanya açısından bir başka boyutu da var. Ankara’daki AB üyesi ülkelerin diplomatlarına göre, birçok AB üyesi de Merkel’in - yanlı bir şekilde - Kıbrıs’taki çözümsüzlükten Türk tarafını suçlamasına fazla anlam verememiş.
Bu da doğal zira resmi kayıtlar Merkel’i doğrulamıyor. Annan Planı sürecinin kilit isimlerinden olan AB’nin o sıradaki genişlemeden sorumlu yetkilisi Günther Verheugen’in, 2004’de yapılan Kıbrıs referandumları sonrasında söyledikleri kayıtlarda duruyor.
Alman siyasetinin tanınmış simalarından olan Verheugen, sarf ettiği tüm çabalara rağmen Rumların Annan Planını reddetmesi karşısında şoke olmuş, Avrupa Parlamentosuna verdiği brifingde Rum liderinin kendisini kandırdığını söylemişti.
Verheugen bir süre sonra bir başka açıklamasında da ağır ifadeler kullanarak, AB’yi Annan Planını kabul eden Kıbrıs Türklere verdiği sözleri tutmamakla suçlamıştı. Merkel’in bunlardan habersiz olması imkansız tabii.
Alman tarafı
İran konusunda dikkatler haftaya tekrar Türkiye’ye dönecek. Nedeni ise İran ile P5+1 diye bilinen ve Güvenlik Konseyi daimi üyeleri artı Almanya’dan oluşan ülkeler grubu arasında 21-22 Ocak’ta İstanbul’da yapılacak olan ikinci tur nükleer görüşmeleri.
Türkiye bu görüşmelere sadece ev sahipliği yapacak. Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun kalbinde yatan aslan, elbette ki, Ankara’nın bu müzakerelerde görünür bir şekilde aktif rol oynamasıdır. Bu Türkiye için ortaya koyduğu “akil uluslararası itfaiyeci” hedefiyle de uyumludur.
Ancak Ankara müzakere masasında olmayacak. Daha önce de yazdığımız gibi, AKP iktidarının başından beri İran yanlısı bir görüntü vermesi Batı açısından Ankara’nın aleyhine işledi. Tahran’ı İstanbul’da sıkıştırmak niyetinde olan P5+1’in Batlı üyeleri ile Türkiye arasındaki görüş ayrılıkları da bu sayede ayyuka çıktı.
Örneğin Ankara ile P5+1’in İran’a karşı uygulanan yaptırımlar konusunda tümüyle zıt görüşleri var. Ankara başından beri bu yaptırımların işe yaramadığını savunuyor. P5+1’in Batlı üyeleri ise tam aksini iddia ederek, Tahran’ın müzakere masasına dönmeyi kabul etmesini yaptırımların “acıtmaya başlamasına” bağlıyorlar.
İstanbul görüşmesinden bir sonuç
Her zaman deriz. AB meselesi bir “standartlar” meselesidir. Burada 10 binlerce sayfadan oluşan ve eğitim, sağlık, trafik, insan hakları, basın özgürlüğü vs. gibi standartları içeren bir müktesebattan söz ediyoruz. Yoksa bazılarının sandığı gibi, kimliğimizden vazgeçip “Almanlaşacağımız” veya “Fransızlaşacağımız” bir süreçten değil.
“AB” dendiğinde anlaşılması gereken tek bir şey var. İnsanımızın yaşam standardını modern ölçütlere göre yükselten bir süreçten bahsediyoruz. Ancak yaşanan gelişmeler nedeniyle ciddi bir soru ile karşı karşıyayız: Kendi standartlarını gevşetmeye ve koyduğu ilkeleri çiğnemeye başlayan bir AB’nin Türkiye açısından değeri ne olabilir?
Bu sorunun yanıtı bizce zor değil. Bugün AB’ye baktığımızda gördüklerimiz hiç de iç açıcı değil. Türkiye’nin önüne konulmuş olan yapay engelleri bırakın, Avrupa’da Türkleri AB’den soğutacak başka gelişmeler de yaşanıyor.
Her şeyden önce uzmanlar AB’nin içinde bulunduğu ekonomik krizi atlatmasının birkaç yıl alacağını söylüyorlar. AB’nin bol kesesinden harcayıp da bugün çuvallayan üyelerin bu aşamada zorunlu olarak, Türkiye’nin acı deneyimler sonrasında yıllar önce gerçekleştirdiği ekonomik reformları yapmaları
Yunanistan Başbakanı Yorgo Papandreu’nun Büyükelçiler Konferansı için geldiği Erzurum’da, “Türkiye’nin Kıbrıs’ta işgali devam ettiği sürece AB üyeliği olamaz” demesinin ardından bir kriz çıkmaması dikkat çekti.
Dışişleri Bakanı Davutoğlu bu sözleri alttan alırken, MHP lideri bile bu meseleyi hükümete karşı kullanmayacağını gösterdi. Devlet Bahçeli, “Gereken cevabı cesaretle verdi” sözleriyle Başbakan Erdoğan’a arka çıktı.
Bir tek CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu sert eleştirisini esirgemedi. Parti meclisine yeni aldığı ve Kıbrıs sorunu ile yıllarca iç içe yaşamış olan emekli büyükelçiler Osman Korutürk ve Faruk Loğoğlu açısından da zaten bu öyle “alttan alınıp geçiştirilebilecek” bir konu olamaz.
One minute neden olmadı?
Bahçeli gibi Erdoğan’ın Papandreu’ya AB konusu üzerinden gerekli yanıt verdiğine inananlar var tabii. Ancak biz de Kılıçdaroğlu gibi düşünüyoruz. Erdoğan, “one minute” çekip kavga çıkarmak maksadıyla değil, ama kayıtlara geçsin diye, “dost” saydığı Papandreu’ya şunu söyleyebilirdi:
“Yorgo sen de biliyorsun ki Türkiye Kıbrıs’a keyfi bir şekilde gitmedi. Yunanistan Türkiye gibi garantör ülke olarak zamanında sorumluluklarını üstlenseydi bugünkü duruma
İran kendisine değişik derecelerde yakınlık gösteren ve aralarında Türkiye’nin de bulunduğu bazı ülkelerin büyükelçilerini 15-16 Ocak tarihlerinde nükleer tesislerini gezmeleri için davet etti. Davete ABD ve İngiltere gibi şu anda nükleer konusunu müzakere ettiği “P5+1” adlı grubun Batılı üyeleri dahil değil. İran’a göre bunlar “kindar ülke” sınıfına girdikleri için davet edilmediler.
Davet edilen ülkelerin arasındaysa, Türkiye’nin yanı sıra, Rusya, Çin, AB dönem başkanı Macaristan ve Küba gibi ülkeler var. Davetin amacı ise Tahran’ın, uranyum zenginleştirme konusunda “ne denli açık olduğunu sergilemek” olarak belirtiliyor.
Yokladığımız yetkili kaynaklarımızdan öğrendiğimiz kadarıyla Ankara bu konuda Tahran’a henüz olumlu bir yanıt vermiş değil. Dışişleri konuyu incelemeye devam ediyormuş. Anladığımız kadarıyla Ankara, her şeyden önce, davet edilen diğer ülkelerin ne yapacaklarına bakmak istiyor.
AB adına davet edilen Macaristan açısından karar ise verilmiş bulunuyor. Zira AB’nin dış politikasından sorumlu olan Catherine Ashton, daveti kabul etmeyeceklerini açıkladı. Özetle, Tahran’ın AB’yi Macaristan yoluyla işin içine çekme gayreti Ashton’un açıklamasıyla boşa çıkmış oldu.
Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun Ankara’da önceki gün başlayan “Üçüncü Büyükelçiler Konferansı”nda yaptığı açılış konuşmasını dinledik. Konuşmasında Türkiye açısından çıtayı bir hayli yükselten Davutoğlu, büyükelçilerimizin önüne, sadece bizim değil, konuştuğumuz büyükelçi dostlarımızdan bazılarının dahi “iddialı” buldukları hedefler koydu.
Davutoğlu’na göre, dünyada yeni bir düzen kurulurken Türkiye, o düzenin “temel taşını atan ülkelerin başında gelecek.” Bu hedefe ulaşılması halinde Türkiye’nin dünya dinamikleri açısından sadece tepki gösteren değil, oyun kuran ve dünya dengelerini etkileyen bir ülke konumuna yükseleceği aşikâr.
Bu vizyona göre, Türkiye aynı zamanda kendisini “akil ülke” rolüne hazırlamak zorunda. Özetle, Türkiye’nin dünyada olumlu dinamikleri devreye sokan bir ülke olmasından söz ediyoruz. Davutoğlu’na göre diplomatlarımızın da bu çerçevede kendilerini birer “itfaiye eri” olarak görmeleri gerekiyor.
Üstelik sadece yangın söndüren değil, yangınların çıkmasını önleyen ve -kendi ifadesiyle- “şehir planlamacısı” olan itfaiye erleri. Ancak, Davutoğlu’na göre, bütün bunlar içimizdeki “aşağılık kompleksini” üzerimizden atmamıza bakıyor.
İster “vizyon”
Türkiye-İsrail ilişkilerinde son haftalarda görülen yumuşama emarelerine rağmen ilişkilerin gerçek anlamda normalleşmesi zaman alacağa benziyor. Buna rağmen bu çabalar önümüzdeki dönemde sürecektir.
Ancak, Ortadoğu’nun bu ilişkilerin normalleşmesini beklemeye zamanı olmadığını gösteren işaretler de artıyor. Kuveyt gazetesi “El Rai”de Cumartesi günü çıkan haber bu açıdan dikkat çekiciydi.
Fakat bu habere geçmeden önce Washington’un beş yıl aradan sonra geçen hafta Suriye’ye büyükelçi atadığını hatırlatmakta yarar var. Bu da Obama yönetiminin Ortadoğu barışına dönük yeni bir hamleye hazırlandığını gösteriyor.
El Rai’ın haberi de zaten ABD ile Suriye arasındaki bu gelişme nedeniyle dünya basınında geniş yer buldu. Zira bu habere göre Washington ve Şam, İsrail ile Suriye arasında barış sağlanması için bir süredir gizli görüşmeler yürütüyormuş.
Gazeteye bilgi veren isimsiz kaynaklar, Suriye’nin son dönemlerde Ortadoğu barışı konusunda “emsalsiz bir işbirliği” yaptığını belirterek, bunun Washington’u Suriye ile İsrail arasında bir anlaşma imzalanması için çabalarını arttırmaya sevk ettiğini söylemişler.
Habere göre, Suriye Dışişleri Bakanı Velid Muallim de Obama yönetimine