Hatay/HalepTürkiye açısından Suriye’nin, sorunlu bir ilişkiden sorunsuz bir ilişkinin de ötesine geçilip işbirliğinin hızla arttırıldığı ülkeler arasında özel bir yeri bulunuyor. Bunu Başbakan Erdoğan ile Suriye Başbakanı Naci Otri’nin dün Asi nehri üzerinde kurulacak olan Dostluk Barajı’nın temelini atmaları sırasında yine gördük.
Haliyle aklımız bundan sadece 13 sene öncesine gitti. O sırada Şam’ın PKK’ya verdiği dolaylı ve dolaysız destek nedeniyle ilişkilerin ne denli limoni olduğunu, hatta 1998’de iki ülkenin sırf bu nedenle savaşın eşiğine nasıl geldiklerini anımsayanlar ne demek istediğimizi daha iyi anlar.
O yıllarda iki ülke arasındaki ilişkileri bozan diğer temel unsur ise su meselesiydi. Şam’ın “suyumuzu çalıyorlar” gerekçesiyle Atatürk Barajı’nın kurulmasına karşı çıkması ile PKK’ya verdiği desteğin aynı zamana rastlaması bir çok kişi açısından manidardı.
Hatay iddiası ve Dostluk barajı
Tüm bunları anımsayanlar için dün Hatay’da temeli atılan Dostluk Barajı projesi ve ardından Erdoğan’ın Suriye Başkanı Beşar el Esad ile Halep’te yaptığı sıcak görüşme, bölgede yeni bir dönemin açılıyor olmasının en somut işaretiydi.
Bu ilişkin gelişmesinin her iki ülke
Mısırlı Müslüman Kardeşler adına son günlerde Batılı kanallara konuşanlar, “İktidar’a gelirseniz Mısır İran mı olacak?” sorusuyla karşılaştıklarında genelde iki nokta üzerinde duruyorlar. Birinci yanıtları, “İran olmayız, çünkü onlar Şii biz Sünni’yiz” oluyor. İkinci yanıtları ise, “Bize potansiyel bir Taliban gözüyle değil, Türkiye’deki AKP gibi bakın” oluyor. Aynı türden yanıtların Tunus’tan da geldiğini görüyoruz.
Özetle Ortadoğu’da demokrasi, insan hakları ve adalet sesleri yükseldikçe, Türkiye’ye ve özellikle de AKP’ye dönük ilgi katlanarak artıyor. Bu durumun AKP’ye, önümüzdeki dönemde ve bölgedeki sıcak gelişmeler ışığında yeni sorumluluklar yükleyeceği kesin. Başka bir ifadeyle, Türkiye Ortadoğu’da demokrasi arzulayanların “referans noktası” haline gelmeye başladı.
Bu nedenle, “uzatmaları” oynasa da, artık devri kapandığına kesin gözüyle bakabileceğimiz Hüsnü Mübarek ve temsil ettiği sınıfın özellikle Başbakan Erdoğan’ın hafta içindeki açıklamaları sonrasında - Türkiye’ye nefretle baktıklarını tahmin etmek güç değil. Kuşkusuz bölgedeki diğer diktatörler de Türkiye konusunda aynı hissiyat içindeler.
Kahire’den gelen “Türkiye dâhil herkes kendi işine baksın, bizim
NTV Haber Müdür Mete Çubukçu’nın, Kahire’nin Taksim’i sayılan Tahrir Meydanı’ndan yaptığı başarılı yayın sırasında, Başbakan Erdoğan’a sevgi ifadelerinde bulunup “kendilerini destekleyen Türk halkına” selam gönderen Mısırlı gösterici dikkat çekti.
Söz konusu göstericinin o sırada gerçek bir durumdan çok Ortadoğu’daki yaygın bir algıyı yansıttığını tahmin ediyoruz. Zira Erdoğan, en azından o göstericinin Çubukçu’ya konuştuğu ana kadar, sokaklara dökülen Mısırlılara dönük herhangi bir destek ifadesinde bulunmamıştı.
Tam aksine, esas dikkat çeken şey Türkiye’nin - Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun daha çok ABD’nin açıklamalarının ruhunu yansıtan bazı sözleri dışında Mısır’da yaşananlar hakkında düne kadar büyük ölçüde sessiz kalmasıydı.
İşi daha da garip kılan ise, Türkiye’de Mısır’daki gösterilere destek mahiyetinde ciddi herhangi bir gösterinin olmamasına rağmen Türk halkına teşekkür edilmesiydi. Basında bulabildiğiniz tek destek gösterisi, Konya’da Saadet Partisi Gençlik Kolları üyelerinden 40 kadar kişinin hafta sonunda yaptıkları gösteriden ibaretti.
Başka gösteriler de yapıldıysa, bunların haberlerde yer almamış olması ne denli önemsiz olduklarını teyit ediyor. Bu
Geleceklerine panik içinde bakan Ortadoğulu diktatörleri bir yana bırakırsak, Mısır’daki gelişmeleri endişeyle izleyen “dış güçlerin” başını İsrail, ABD ve Türkiye çekiyor. Bu gelişmelerden fırsat sağlamaya çalışacak olan ülke ise İran’dır.
İsrail, ABD ve Türkiye’nin ortak yanı, Ortadoğu’da halk ayaklanmalarına ve devrimi çağrıştıran sosyal çalkantılara hep endişe ile bakmış olmalarıdır. Bu yüzden de her zaman - ne kadar anti demokratik ve insan haklarına saygısız olursa olsun - bölgedeki kurulu düzeni savunmuşlardır.
İsrail ile birlikte bölgenin diğer temel istikrarsızlık unsuru olan İran ise bölgedeki bu tür karışıklıklardan her zaman medet ummuş, bunların İslami bir yöne çekilmesi için her zaman çaba sarf etmiştir. Nitekim bugün hangi Sünni rejiminin diplomatına sorarsanız sorun, ülkelerinde, son olarak Lübnan’da görüldüğü gibi, bir siyasi karmaşa çıktıysa bunun altında mutlaka İran vardır.
Öte yandan, bizde bölgede gelişen olayları “Kurtlar Vadisi” referanslı olarak algılamaya çalışanların söylediklerine bakarsak, Mısır ve Tunus’taki halk ayaklanmalarının arkasında kesin olarak ABD ve İsrail var.
Ne yazık ki bunu savunanlar, her şeyden önce, “yeter artık” diye
Washington’un, Mavi Marmara saldırısında İsrail’i suçsuz bulan “Turkel Komisyonu Raporu”nu “bağımsız, inandırıcı, tarafsız ve şeffaf” bulması Ankara’yı kızdırdı. Aslında bu sonuçta bir sürpriz yoktu. Bu komisyonun İsrail’i temize çıkaracağı varsayılıyordu.
ABD’nin, “otomatik destek” güdüsüyle, komisyonun raporunu desteklemeye çalışacağı da tahmin ediliyordu. Fakat Türkiye ile ilişkilere de önem veren Washington’un yine de iki müttefiki arasında denge sağlamaya çalışacağı düşünülüyordu.
Fakat ABD Dışişleri Bakanlığı sözcüsü PJ Crowley’in Turkel Raporu’na beklenenden güçlü destek vererek, bunu “bağımsız, inandırıcı, tarafsız ve şeffaf” bulması Ankara ile Washington arasında tekrar soğuk rüzgârlar estirdi.
Ancak, Crowley’in önceki gün konuyla ilgili olarak yaptığı açıklamadan sonra kızma sırası İsrail’e geçti. Zira Crowley bu kez Türkiye’nin Mavi Marmara saldırısı için oluşturduğu Ulusal Soruşturma Komisyonu’nun raporunu “bağımsız ve inandırıcı” buldu.
Her iki soruşturmanın sonuçları birbirine o kadar ters ki, birçok insan şimdi ABD’nin nasıl biri “ak” diğeri “kara” diyen iki raporu aynı anda “bağımsız ve inandırıcı” bulabildiğini merak ediyor.
Bu durumda, bir kavgayı
Hükümetin dış politika çelişkileri sırıtmaya başladı. Peş peşe çıkan analizler de bunu gösteriyor. Yazarımız Aslı Aydıntaşbaş’tan sonra, Radikal’den Cengiz Çandar ve Hürriyet’ten Ferai Tınç’ın yazdıkları ise özellikle dikkat çekiyor.
Bu yazarların üzerinde durdukları hususa biz de geçmişte, özellikle Sudan bağlamında, değindik. Türkiye’de sürekli “insan hakları,” “adalet” ve “demokrasiden” söz eden AKP, dış politikasında bu “ulvi” değerleri unutup “istikrar” adına diktatörlerle katilleri destekliyor.
Aydıntaşbaş 20 Ocak tarihli yazısında buna Ankara’nın Lübnan politikası üzerinden işaret etti. AKP iktidarının, BM’nin Hariri suikastını araştıran ve Hizbullah’ı suçlaması beklenen raporuna soğuk baktığını hatırlatarak şunları belirtti:
“Kapalı kapılar ardında Ankara, oğul Hariri’ye ‘Bak canım kardeşim. Biz seni seviyoruz ve koruyoruz. Ama gel sen de bırak bu soruşturma, adalet ayaklarını. Olan oldu bir kere, baban geri gelmez. Şimdi önemli olan adalet değil hükümet. Hizbullah’ı kızdırma’ diyor.”
Aydıntaşbaş isabetli bir yargıya vararak, “Buraya gelince Balyoz, Ergenekon <http://www.milliyet.com.tr/index/Ergenekon>, oraya gelince ‘Bir bardak su için üzerine’ demek olmaz”
İran ile Güvenlik Konseyi daimi üyeleri artı Almanya (P5+1 grubu) arasında İstanbul’da yapılan görüşmeler tahminlerden de kötü sonuçlandı. Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov’un önceden söylediği gibi, sonuç alınamasa da, İstanbul’dan “müzakerelere devam” kararının çıkması bile bir başarı sayılacaktı. Ancak bu da olmadı.
İran şimdi İstanbul’da Batıya karşı büyük bir direnç gösterdiğine inanıyor. P5+1 grubuna Rusya ve Çin’in de dahil olduğunu işine gelmediği için ön plana çıkarmıyor. Ancak grubun Batılı üyeleri ile İran konusunda her açıdan aynı fikirde olmasalar da, bu iki ülke büyük ölçüde Batılı ülkelerle birlikte hareket ediyorlar.
Nitekim, P5+1 adına müzakere eden AB’nin dış ilişkilerinden sorumlu Yüksek Temsilcisi Catherine Ashton, İran’ın İstanbul’daki tutumundan dolayı hayal kırıklığına uğradıklarını ifade ederken, Rusya ve Çin adına da konuşuyordu.
Öte yandan, artık klasikleşen “perde arkasında çalışıyoruz” söylemine rağmen, Türkiye’nin İstanbul’da İran’a daha önce yaptığı gibi destek vermesi de söz konusu olmadı.
Peki bundan sonra ne olacak? Her şeyden önce bir hususu hatırlamakta yarar var. İstanbul’da yapılması kararlaştırılan ikinci tur görüşmeleri
AKP iktidarı, Ortadoğu’nun kaygan zemininin getirebileceği sürpriz gelişmeleri hesaba katmadan İsrail ile Suriye’yi barıştırma çabalarına girince, sonuç istediği gibi çıkmadı. Bu çerçevede, bırakın “arabuluculuğu” aralarını bulmaya çalıştığı ülkelerden biriyle diplomatik ilişkileri neredeyse kopma noktasına geldi.
Bu sonuç Türkiye’nin “stratejik müttefiki” ABD ile ilişkilerini de sarstı. AKP iktidarı aynı şekilde Batı’nın İran’a dönük politikasının “özünü” iyi hesaplayamadığı ve belki de oynayabileceği rolü abarttığı için ABD’nin ters bir çalımıyla kontrpiyede bırakıldı.
Türk tarafına bakılacak olursa, geçen mayısta “Tahran Deklarasyonu” ile sonuçlanan çabaları teşvik eden Washington, Ankara’nın beklenmedik bir şekilde ortaya bir çözüm formülü ile çıkması üzerine Türkiye’yi yarı yolda bıraktı.
Böylece, kontrpiyede kalmanın ötesinde, Ankara için İran ile süren müzakerelerde, en azından görülebilir bir süre için, fazla bir rol de kalmadı. Türkiye, İstanbul’da gerçekleşen İran müzakerelerine ev sahipliği yapmak, fakat müzakereleri büyük ölçüde tribünden izlemek durumunda kaldı.
AKP iktidarı bu kez, son yıllarda ilişkilerini geliştirdiği Lübnan üzerinde arttığı söylenen