Semih İdiz

Semih İdiz

sidiz@milliyet.com.tr

Tüm Yazıları
Haberin Devamı

İran’da 2009’da yapılan cumhurbaşkanlığı seçimlerinden sonra yaşanan “Yeşil Devrim” Mısır’da 2010’da yapılan meclis seçimleri sırasında görülen huzursuzluk ve şimdi de Tunus’taki “Yasemin Devrimi” ile Lübnan’da baş gösteren siyasi karmaşa derken, tüm bölgenin toplumsal çalkantılara gebe olduğunu görmemek mümkün değil.
Libya lideri Muammer Kaddafi’nin, Zeynelabidin bin Ali aleyhine sokaklara dökülen Tunuslulara, “Adam gideceğini söyledi, üç yıl sabredemediniz” diye çıkışması ise, bölgedeki diktatörlerin de bu gerçeği gördüklerini ve bundan endişe duyduklarını göstermesi açısından önemliydi.
İran ve Mısır şimdilik paçayı kurtardılar. Ancak Ahmedinecad ile Mübarek’in “akil liderliklerinden” dolayı değil. Bunu baskı yoluyla becerdiler. Fakat kendileri açısından tehlikeyi sadece ileri bir tarihe ertelemiş oldular.
Tunus’ta yaşananlar, bazı şeyleri baskıyla ne kadar ertelerseniz erteleyin, toplumların eninde sonunda bir patlama noktasına geleceklerini gösteriyor. İran aslında bunun en büyük kanıtını 1979’da sağladı. Tunus da şu anda bu noktada bulunuyor.
Ancak İran’da yaşananlara bakılırsa, bu Tunus açısından aynı zamanda en tehlikeli noktadır. Zira “demokrasi” adına yapılmış olsa da, “Yasemin Devrimi”ni kimlerin nasıl “gasp” edip nereye sürükleyecekleri, mevcut karmaşa ortamında belli değil.
Tunus’ta Şeriat sevdalılarından, “asayiş” adına iktidarı ele geçirme hevesine kapılan laik askerlere kadar herkesin şu anda siyasi hesaplar yaptığını tahmin etmek güç değil. Bu da zaten halk ayaklanmaları ve devrimlerin doğasında olan bir şeydir.
Onun için Zeynelabidin bin Ali’nin kaçmasından sonra Tunus’a demokrasi gelecek diye bir garanti yok. Buna karşın Tunus’taki halk ayaklanmasının, demokrasi ve insan hakları açısından Arap toplumları için yeni kapılar ve pencereler açma potansiyeline sahip olduğu da inkâr edilemez.
Özetle “Yasemin Devrimi” bu yöndeki baskılar açısından bir “katalizör” yani bir “hızlandırıcı” olabilir. Ancak burada, demokratik düzeni geliştirmeye çalışan Tunusluların yanı sıra bu konuya -istemeyerek de olsa- artık önem vermek zorunda olan bölgenin siyasi elitleri için bir “model” gerekecek. İşte Türkiye’nin önemi bu açıdan ön plana çıkıyor.
Ortadoğu’nun demokratları açısından Türkiye’nin demokratik, parlamenter ve laik yapısı artık öyle bir kenara itilebilecek bir “model” değil. Bu da zamanın nasıl değiştiğini gösteriyor. Eskiden Türkiye’nin bu özelliklerinden söz ettiğimizde Arap muhataplarımız surat ekşitirlerdi.
Örneğin bir Mısırlı gazeteci zamanında “Arap halkları demokrasi için fazla cahil. Türkiye’de bile arzulanan şekilde işlemeyen demokratik sistemi getirecek olsak ülke karışır” demişti. 11 Eylül’ün ardından Pakistan’da düzenlenen bir konferansta tanıştığımız Suudi Arabistanlı profesör ise, “Türkiye’nin aynı zamanda hem laik, hem de Müslüman olamayacağını” savunmuştu.
Ortadoğu’da bugün Sünni-Şii ve Hıristiyan-Müslüman çatışmalarının yanı sıra, etnik ve bölgesel farklılıklardan gelen tehlikeli ayrışmalar baş göstermeye başladı. Eğer toplumsal istikrar hedefleniyorsa o zaman bölgedeki ülkeler için gidilebilecek tek yol kalıyor. O da demokrasi, insan hakları ve dini inançlara -veya inançsızlıklara- saygı gösteren laiklik yoludur.
Aksi takdirde Ortadoğu’nun, birilerinin inançlarını, dünya görüşlerini ve yaşam tarzlarını sürekli olarak başkalarına empoze etmeye çalıştıkları kaotik ve anarşik bir bölge olarak kalmaya mahkûm olacağı artık açıkça görülüyor.
Türkiye’de demokrasi, insan hakları ve laikliğe dayalı düzenin eksikliklerini biliyoruz elbette.
Bu konularda ilerleme yerine yer yer gerilemelerin yaşandığını da görüyoruz. Buna rağmen, Ortadoğu’daki Arap ülkeleriyle kıyaslandığında Türkiye’nin demokratik düzeninin yine de o ülkeler açısından çok ileri bir aşamada olduğu kesin. Onun için özellikle bölgedeki aydın kesimlerin önümüzdeki dönemde Türk modelinden daha fazla söz etmeye başlayacaklarını tahmin ediyoruz.