Her zaman deriz. AB meselesi bir “standartlar” meselesidir. Burada 10 binlerce sayfadan oluşan ve eğitim, sağlık, trafik, insan hakları, basın özgürlüğü vs. gibi standartları içeren bir müktesebattan söz ediyoruz. Yoksa bazılarının sandığı gibi, kimliğimizden vazgeçip “Almanlaşacağımız” veya “Fransızlaşacağımız” bir süreçten değil.
“AB” dendiğinde anlaşılması gereken tek bir şey var. İnsanımızın yaşam standardını modern ölçütlere göre yükselten bir süreçten bahsediyoruz. Ancak yaşanan gelişmeler nedeniyle ciddi bir soru ile karşı karşıyayız: Kendi standartlarını gevşetmeye ve koyduğu ilkeleri çiğnemeye başlayan bir AB’nin Türkiye açısından değeri ne olabilir?
Bu sorunun yanıtı bizce zor değil. Bugün AB’ye baktığımızda gördüklerimiz hiç de iç açıcı değil. Türkiye’nin önüne konulmuş olan yapay engelleri bırakın, Avrupa’da Türkleri AB’den soğutacak başka gelişmeler de yaşanıyor.
Her şeyden önce uzmanlar AB’nin içinde bulunduğu ekonomik krizi atlatmasının birkaç yıl alacağını söylüyorlar. AB’nin bol kesesinden harcayıp da bugün çuvallayan üyelerin bu aşamada zorunlu olarak, Türkiye’nin acı deneyimler sonrasında yıllar önce gerçekleştirdiği ekonomik reformları yapmaları gerekecek.
Bunun neden olacağı toplumsal huzursuzluğun emarelerini şimdiden görüyoruz. AB aynı zamanda bir “ekonomik birlik” olma iddiasındadır. Ancak üye ülkelerin AB’nin kuruluş ilkelerini göz ardı ederek, çeşitli kisveler altında “korumacılığa” yönelmeleri dikkatlerden kaçmıyor.
Öte yandan bugün Polonya, Avrupa’daki ekonomik krize rağmen ekonomisini büyüme rotasında tutabilmiş olmasını euro’ya henüz geçmemiş olmasına bağlıyor. Buna karşın euro’ya yeni giren Estonya’da, “Düğüne davet edildik cenazeye geldik” türünden şikâyetlerden geçilmiyor.
BBC’ye bakılacak olursa, üyeliğin eşiğinde olan Hırvatistan’da bile halk “iyi mi ediyoruz” diye sormaya başlamış. Bunun bir nedeni elbette ki ekonomik kriz. Bir diğer nedeni ise AB’nin artık “hayallerdeki AB” gibi davranmıyor olması.
Hırvatistan bunun canlı örneğini Bulgaristan ve Romanya’nın durumlarında görüyor. Bu iki ülkenin Schengen vize alanına dahil edilmeleri Almanya ve Fransa tarafından yeni veto edildi.
Dahası, bugün sözde “AB vatandaşı” olan Bulgarlar veya Romenler, birlik sınırları içinde bir Hollandalı veya İrlandalı gibi istedikleri üye ülkeye gidip çalışamıyor.
Yine sözde AB vatandaşı olan Romanların İtalya ve Fransa tarafından geldikleri AB üyesi ülkelere zorla gönderilmeleri ise, hem birliğin ekonomik “bütünleşme” ilkesiyle, hem de insan hakları ile ciddi şekilde çelişiyor. Romanya ve Bulgaristan’ın durumları AB’nin artık bir “eşitler birliği” olmadığını açıkça gösteriyor.
AB dönem başkanı Macaristan ise şu anda yazılı ve görsel medya için getirdiği ve ancak diktatörlüklerde görülebilecek denetleme yasaları ise birliğin en temel ilkelerinden olan basın özgürlüğünü hiçe sayıyor. Bazı AB üyeleri yaygara koparıyorlarsa da Macaristan’ın tutumunu değiştirmeye hazır olduğunu gösteren bir işaret yok.
Türkleri yakından ilgilendiren en olumsuz olgu ise Avrupa’da hortlayan İslamofobi, ırkçılık ve “kültürel üstünlükçülüktür.” Ekonomik ve soysal sorunlarını çözemeyen bir Avrupa’da bunların azalmak yerine artacağı kesin.
Bu arada bazıları üyeliğin ekonomik çıkarlarımız için önemli olduğunu söylüyorlar. Ancak mevcut ticaret ve yatırım istatistiklerine baktığımızda, bu ilişkilerin ekonominin evrensel kuralları çerçevesinde zaten gelişmekte olduğunu görüyoruz. Özetle, Sarkozy istemese de Renault “ekonomik mantık” gereğince yatırım için AB üyesi olmayan Türkiye’yi, AB üyesi olan bir ülkeye tercih edebiliyor.
Bu gelişmeler, daha önce savunduğumuz ve bazılarının “imtiyazlı ortaklığı” çağrıştırdığı için itiraz ettikleri “AB ile karşılıklı yarara dayalı yeni bir kontrat” anlayışının giderek önem kazanacağını gösteriyor. Sonuçta kendi ilkelerini korumakta zorlanan bir AB ile karşı karşıyayız. Bu durumun yakında değişeceğini, değiştiğinde bile her şeyin eskisi gibi olacağını sanmıyoruz.