Libya’daki kanlı olaylar Ortadoğu’daki belirsizliği iyice artırırken, “Türk Modeli” tartışmaları bu kez “ordunun demokrasideki yeri” başlığı altında ele alınmaya başlandı.
Bu tartışmayı körükleyen başlıca unsur kuşkusuz Mısır’da yönetimin şu anda silahlı kuvvetlerin elinde olmasıdır.
Mısır ordusu ülkenin demokrasiye geçişini sağlama vaadinde bulunduysa da, Mısırlılar arasında bu konuda yine de bazı kaygıların olduğu görülüyor. Ancak, Hüsnü Mübarek’e karşı gerçekleşen ayaklanma sırasında genelde olumlu bir rol oynayan ordunun halkın gözündeki itibarını hâlâ koruduğu da bir gerçek.
Hal böyleyken özellikle Mısırlılar için “Türk örneği ışığında ordunun demokrasideki yeri” konusu önemli bir yer tutmaya başladı. Ortadoğu medyasında yazılıp söylenenlere bakıldığında, bu konudaki görüşlerin “muhtelif olduğu” görülüyor.
Önce konuya olumsuz yaklaşanların gözünden bakarsak, Lübnan’ın Daily Star gazetesinde yazan Ali Ezzatyar adlı yorumcu, Türkiye’nin bu açıdan bir “model” olarak algılanmaması gerektiğini vurguluyor.
Arap kökenli bir Amerikalı olan Ezzatyar’a göre, Türk ordusu geçmişte demokrasinin akışını engellemekten başka bir şey yapmadı. Son olarak 1997’deki “post-modern
KKTC Başbakanı İrsen Küçük geçen hafta Türkiye’ye herhalde siyasi kariyerinin en sıkıntılı ziyaretini gerçekleştirdi. Bir yandan Başbakan Erdoğan’ın “besleme” çıkışıyla iki ülke arasında gerilen diplomatik ilişkileri düzeltmeye çalıştı, diğer yandan kendi kamuoyu nezdinde Ankara’nın anti-demokratik baskılarına boyun eğmediğini göstermeye çabaladı.
“Ankara’nın anti-demokratik baskıları” derken, AKP iktidarının KKTC Hükümeti’nden, 28 Ocak’ta Kıbrıslı Türk sendikaları tarafından düzenlenen mitingde Türkiye aleyhtarı pankartlar ve Kıbrıs Cumhuriyeti bayrağı açanların bir şekilde “cezalandırılmasını” istemesini kastediyoruz.
Türkiye’ye en sıkı bağlarla bağlı Kıbrıslı Türkleri dahi kızdıran bu dayatmacı tavrın, özellikle AB çevrelerinde Kıbrıslı Rumların yağına nasıl ekmek sürdüğünü daha önce yazdık. Öte yandan, Erdoğan’ın Kıbrıslı Türklere dönük “besleme” suçlamasının Türkiye’de siyasi prim yaptığı da aşikar.
Sonuçta, “Türkiyelilerin” Kıbrıslı Türklere olumsuz bakışları yeni değil. Bunu Kıbrıslı Türklerin Türkiye’deki milliyetçi kesimlerin nefret ettikleri Annan Planı’nı kabul etmelerinden sonra basınımızda çıkan aşağılayıcı “YavRUM Vatan!” başlıklarından biliyoruz.
Hepsi
AB Türkiye Delegasyonu Başkanı, var olan tüm sıkıntılara rağmen Türk-AB ilişkilerinin sanılandan çok daha dinamik olduğunu vurguluyor. Kendisiyle yaptığımız söyleşinin ikinci bölümünde bu konuyu konuştuk.
Dışarıdan bakılınca Türk-AB ilişkileri çok parlak görünmüyor...
Zor bir aşamadayız. Nedeni müzakere edilecek üç faslın kalmış olması. Rekabet faslı bunların başında geliyor. Hırvatistan’la rekabet faslı 34. sırada ele alınırken, bazı fasılların bloke edilmiş olması ve ek protokolden kaynaklanan sorunlar nedeniyle Türkiye ile 14. sırada ele alınıyor.
Türkiye’nin üyeliği, nüfus, ekonominin büyüklüğü, dış politikadaki etkinlik gibi nedenlerle diğer üyelikler gibi olmayacak. Bu çerçevede AB Komisyonu ve Parlamentosu üzerinde önemli kurumsal etkileri olacak. Ayrıca Kıbrıs ve ek protokol meseleleri var.
Fakat Türkiye-AB ilişkisi aynı zamanda hiçbir zaman bugünkü kadar güçlü olmadı. Ticaretin yüzde 40’ı AB ile yapılıyor, yabancı yatırımların yüzde 80’i ve teknoloji transferinin yüzde 90’ı AB’den geliyor. Siemens, Bosch, Renault, Airbus gibi dev isimler burada sadece üretim değil, araştırma geliştirme yapıyorlar.
Türkiye artık AB’nin küresel rekabet gücünün bir parçasıdır. Bu
Kariyerinin 22 yılını Tunus, Suriye ve Libya’da geçiren AB Türkiye Delegasyonu Başkanı Marc Pierini, bölgede yaşananları değerlendirecek en iyi uzmanlardan biri.
Büyükelçi Pierini ile Tunus ve Mısır’da yaşananları ve son dönemde çok dillendirilen “Türkiye modelini” konuştuk.
- Bölgede yaşananlara geçmeden önce “Türkiye Modeli” tezi hakkında ne düşünüyorsunuz?
Buradaki tüm basın Türkiye’nin rol modeli olmasından söz etti. Ancak dikkatli olmak lazım. Konu sanılandan daha karmaşık. AB Avrupa Komisyonu’nun Genişlemeden Sorumlu Üyesi Stefan Füle Türkiye ziyareti sırasında da söyledi. Türkiye’ye model olarak bakanlar var tabii. Bu da iyi bir şey.
Ancak Türkiye’nin bu sorumlu ve imtiyazlı pozisyonunun gereklerini yerine getirebilmek için AB reformlarını uygulama konusunda daha kararlı olması gerekiyor. “Türk modeli” aslında Türkiye’nin de hâlâ gerçekleştirme sürecinde olduğu bir şey. Öte yandan Mısır ve Tunus’ta sokağa dökülenlere bakarsanız, “Biz model istemiyoruz bunu kendimiz yaptık” diyorlar.
- “Türk Modeli”nden Batı’da da söz ediliyor. AKP’nin bölgedeki İslamcılar üzerinde yatıştırıcı rol oynayacağı söyleniyor.
Bu da Türkiye’yi önemli bir konuma koyuyor. Ama Türkiye’de
Hüsnü Mübarek’in devrilmesinden sonra Cuma gecesi coşkuyla sokaklara dökülen milyonlarca Mısırlıya bakınca insanın aklına şu soru geliyor: “Otuz yıldır ülkesi ve milleti için çalışmış bir vatansever olduğunu” iddia eden biri, “uğruna canını vermeye hazır olduğunu” savunduğu ülkesi tarafından bu kadar nasıl nefret edilebilir?
Bu sorunun kuşkusuz Mısır’a has bir çok yanıtı var. Ancak burada bu soruya verilebilecek yanıtlardan daha önemli olan şey, “vatanım ve milletim uğruna canımı feda ederim” diye halkın önüne çıkan baskıcı liderlere Mısır’da yaşananlardan çıkan derslerdir.
Bugün Ürdün ve Yemen’den Sudan ve Cezayir’e kadar uzanan bir coğrafyadaki tüm diktatörlerin Mısır’daki gelişmeleri korku ve dehşet içinde izlediklerini tahmin etmek güç değil. İçinde bulundukları açmaz da malum.
Mübarek’in yaptığı gibi rejim ve hükümet aleyhtarı göstericilerin üzerine polis kılığındaki eli bıçaklı ve sopalı çapulcuları gönderecek olurlarsa, bunun bu aşamadan sonra ters tepeceği aşikar. Mübarek bunu yapmasaydı, az da olsa, bir ihtimal paçasını belki kurtarabilirdi.
Ancak kendisine “erhal, erhal!” (“git, git!”) diye haykıranlara karşı estirdiği şiddet ve dehşet rüzgarı, kendisini
Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun “vizyonlu dış politika” söylemine rağmen hükümetin diplomasideki beceriksizliği bu kez Kıbrıs’ta ayyuka çıktı. Üstelik Türkiye’nin tüm Kıbrıs tezlerini altüst edip Rumların ekmeğine yağ sürecek şekilde.
Başbakan Erdoğan’ın bir avuç insana kızıp Kıbrıslı Türklere “besleme” diye hakaret etmesi, Ankara ile Lefkoşa arasında görülmemiş bir kavga çıkardı. Yardımcısı Cemil Çiçek de, kinayeli açıklamalarıyla yangına benzin taşıdı.
Davutoğlu’nun diplomatlarımızı, “bölgedeki yangınları söndürecek akil itfaiyeciler” olarak görmek istemesi bu durumda kötü bir espriymiş gibi geliyor insana. “Komşularla sıfır sorun” iddiasını bırakın, Ankara’nın KKTC ile ilişkilerini ve temel parametreleri belli olan Kıbrıs diplomasisini dahi “sorunsuz” yürütemediği görülüyor.
Annan Planı süreci sonrasında üzerlerine çöken “çözümsüz taraf” töhmetinden kurtulamayan ve bu nedenle de büyük rahatsızlık duyan Rum yönetimi de bu sayede “Yılbaşı hediyesini,” gecikmeli olarak olsa da, Erdoğan’ın ve yardımcısı Cemil Çiçek’in elinden almış oldu.
Yakında AB dönem başkanlığını devralacak olan Rumların bu durumu nasıl kullanacaklarının işaretlerini ise daha şimdiden almaya başladık.
Kıbrıslı Türklere biz “Türkiyeliler” hep aynı gözle baktık. Türkiye canını kanını feda edip kendilerini Rumlardan kurtardı. Bu nedenle Türkiye’ye müteşekkir olmaları ve bunu her fırsatta göstermeleri gerekiyor. Bunu yapmayan ise “nankör haindir.”
Başka bir ifadeyle, Kıbrıslı Türklerin “Türkiyelilerden” farklı olan hisleri, beklentileri, arzuları ve hedefleri olamaz. Güvenliklerini sağlayan ve ekonomilerini bugüne ayakta tutan Türkiye tarafından “kurtarıldıklarına” göre, uslu uslu oturup Ankara için hiçbir sorun yaratmamaları gerekiyor.
KKTC’yi sadece 2010’da dört kez ziyaret eden, son 25 yıldır kaç kez ziyaret ettiğini ise bilmeyen biri olarak, bu basit formülün ilelebet yürümeyeceğini, Türkiye ile Kıbrıslı Türkler arasında çeşitli düzeylerde sorunların yaşanmasının adeta mukadder olduğunu uzun zamandır hissediyoruz.
Özetle, büyük bölümü Batılı toplumlar ile bir şekilde irtibatlı olan Kıbrıslı Türklerin, eğitim, demokratikleşme bilinci, örgütlenme ve sendikalaşma açısından Türkiye’deki ortalamaların ilerisinde olduklarını görüp, kendilerine özgür beklentileri olabileceğini hiç hesaba katmadık.
Bu durumun özellikle Türkiye’den gelen “yerleşimcilerin” sayısının hızla
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, İsrail’in Mısır’daki gelişmelere karışmaması gerektiğini söyledi ve “Sayın Obama’ya da söyledim, ‘İsrail’in karışması gidişi olumsuz etkiler, tahrik eder” dedi...
Türkiye bölgedeki son gelişmeleri çok yakından takip ederken Başbakan Erdoğan’dan İsrail’e “Mısır’a karışma” uyarısı geldi. Erdoğan bunun önemini ABD Başkanı Obama ve Yunanistan Başbakan’ı Papandreu’ya da aktardığını açıkladı. Erdoğan, son olaylar nedeniyle Mısır’da açlık baş göstermesi olasılığı karşısında hemen devreye girebilmek üzere tedbir aldıklarını da söyledi.
“Dostluk Barajı”nın temel atma töreni çerçevesinde pazar günü Halep’i ziyaret edip Suriye Devlet Başkanı Beşar el Esad ile görüşen Erdoğan, Türkiye’ye dönüşünde uçakta gazetecilere bölgedeki son gelişmeler hakkında önemli açıklamalarda bulundu.
Halk silah kullanmadı
Türkiye’nin Mısır ve Tunus gibi ülkelerle “aynı havayı paylaştığını” söyleyen Erdoğan, bu ülkelerde halkın beklentilerine olumlu yaklaşılmasının ve tarafların ittifak ettikleri kişilerin devreye girmesinin önemine işaret etti. Erdoğan bu konuda şöyle konuştu:
“Bu bir demokratik taleptir. Bir süreçtir. Halk burada şiddete başvurmamıştır, silah