İran kendisine değişik derecelerde yakınlık gösteren ve aralarında Türkiye’nin de bulunduğu bazı ülkelerin büyükelçilerini 15-16 Ocak tarihlerinde nükleer tesislerini gezmeleri için davet etti. Davete ABD ve İngiltere gibi şu anda nükleer konusunu müzakere ettiği “P5+1” adlı grubun Batılı üyeleri dahil değil. İran’a göre bunlar “kindar ülke” sınıfına girdikleri için davet edilmediler.
Davet edilen ülkelerin arasındaysa, Türkiye’nin yanı sıra, Rusya, Çin, AB dönem başkanı Macaristan ve Küba gibi ülkeler var. Davetin amacı ise Tahran’ın, uranyum zenginleştirme konusunda “ne denli açık olduğunu sergilemek” olarak belirtiliyor.
Yokladığımız yetkili kaynaklarımızdan öğrendiğimiz kadarıyla Ankara bu konuda Tahran’a henüz olumlu bir yanıt vermiş değil. Dışişleri konuyu incelemeye devam ediyormuş. Anladığımız kadarıyla Ankara, her şeyden önce, davet edilen diğer ülkelerin ne yapacaklarına bakmak istiyor.
AB adına davet edilen Macaristan açısından karar ise verilmiş bulunuyor. Zira AB’nin dış politikasından sorumlu olan Catherine Ashton, daveti kabul etmeyeceklerini açıkladı. Özetle, Tahran’ın AB’yi Macaristan yoluyla işin içine çekme gayreti Ashton’un açıklamasıyla boşa çıkmış oldu.
Öte yandan Ashton’un daveti reddetmelerine gerekçe olarak verdiği neden geçerli bir argümana dayanıyor. Ashton, İran’ın nükleer tesislerine yapılacak bu tür ziyaretlerin BM’ye bağlı olan ve merkezi Viyana’da bulunan Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu (IAEA) uzmanları tarafından gerçekleşmesi gerektiğini söyledi.
Türk tarafında yokladığımız yetkililerin de bu görüşe meyilli olduklarını gördük. İran ile P5+1 adlı grup arasındaki müzakerelerin bu ay sonunda Türkiye’de yapılacağına işaret eden bir yetkilinin, “bu davet İstanbul buluşması öncesinde gelişmeleri yönlendirme çabasıymış gibi görünüyor” demesi de dikkatimizi çekti.
Söz konusu yetkilinin aşağıdaki sözleri ise asıl sorunu ortaya koyuyor:
“Davet edilen ülkelerin büyükelçileri bu konuda amatör olarak bilgili olsalar bile, sonuçta birer nükleer fizikçi değiller. Bu yüzden de nükleer bir tesisi gezerken neye baktıklarını ve gördükleri şeylerin ne anlama geldiğini kesin bir şekilde bilecek ve buna göre somut saptamalarda bulunabilecek durumda değiller.”
Uzun lafın kısası, geçen yıl yaşanan ve Türkiye’nin başını hâlâ ağrıtan “Tahran Deklarasyonu” fiyaskosundan sonra, Ankara’nın yoğurdu bu kez “üfleyerek” yemek istediği seziliyor. İster ABD, ister İran, isterse başka bir ülke olsun, bizce Türkiye İran konusunda yeniden “kontrpiyeye düşürülmek” istemiyor. Tahran’ın davetinde bir propaganda amaçlı bir “tuzak” olabileceği olasılığı bu nedenle göz ardı edilemiyor.
Türkiye’yi bu konuda hassas davranmaya iten başka bir neden de var. İran görüşmeleri İstanbul’da yapılacak olmasına rağmen Ankara müzakere masasında olmayacak. Bunun bir nedeni ise şu: Müzakerelere katılan Batılı ülkeler Türkiye’nin, İran’ı savunma güdüsüyle, Tahran’a uygulamaya hazırlandıkları ek baskıları yumuşatmaya çalışmasından çekiniyorlar.
Türkiye’nin ise, hakkında ortaya çıkan bu gibi izlenimleri gidermek için şimdi kendisini orta alana çekmeye çalıştığını tahmin ediyoruz. Bu tahminimiz doğruysa, Ankara’nın bölgeye dönük olarak uygulamak istediği “proaktif” politikaların önü de zamanla açılacaktır.
Sonuçta, İsrail meselesinde de görüldüğü gibi, Türkiye bölgedeki kavgalarda ve krizlerde taraf tutmaya meyil ettiğinde siyasi etkinliği azalıyor. Kendisini orta alanda ve tüm taraflara eşit bir mesafede tutabildiği ölçüdeyse etkinliği artıyor.
Bir kavgada taraf tutmanın bir kusuru yok tabii. Fakat o zaman büyük iddialarınızı da ona göre ayarlamanız gerekiyor. Son bir yıldır dış politikada yaşadıklarımızdan çıkan en önemli ders bu olsa gerek.