Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün Usame Bin Ladin’in öldürülmesi üzerine “büyük memnuniyet” ifade etmesi cesur olduğu kadar önemlidir. Bunu söyleyen sonuçta Batı ve özellikle de ABD aleyhtarlığının kol gezdiği ve El Kaide gibi örgütlere sempati duyanların bulunduğu, yüzde 99’ı Müslüman olan bir ülkenin Cumhurbaşkanı.
Bu arada Başbakan Erdoğan konuya hiç girmemeyi tercih ederken, Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç’ın Bin Ladin’e karşı operasyonu sorgulayan yaklaşımı, “mütedeyyin kesimde” bazılarının bu işten çok hoşlanmadığına işaret ediyor gibiydi.
“11 Eylül saldırısının El Kaide örgütüyle bağlantılı olduğu iddia edildiğine göre, bunun üzerinden 10 yıl geçmesine bugüne kadar niçin müsamaha edilmiş veya göz yumulmuştur?”
Arınç’ın bu sözleriyle ortaya koyduğu tavrı AKP’ye yakın duran bazı köşe yazılarında da görmek mümkün. O kadar ki, Usame Bin ladin’in öldürüldüğü haberi, bu olayı kabullenmekte zorlanan bazı yazarları bütün hadisenin “bir Amerikan uydurması” olduğu düşüncesine sevk etmiş.
Cumhurbaşkanı Gül konuyla ilgili açıklamasında, “Dünyanın en tehlikeli ve sofistike terör örgütünün başının bu şekilde ele geçirilmiş olması herkese ibret olmalı” dedi. Sözünü ettiğimiz
Beşar el Esad’ın tankları ve keskin nişancıları ile karşı karşıya olan Suriye’deki silahsız halk açısından durumu en tehlikeli kılan husus bir askeri dış müdahale olasılığının bu kez zayıf olmasıdır. Bu nedenle de önümüzdeki dönemde bu ülkede çok kanlı olayların yaşanacağını varsaymak o kadar ters olmayacaktır.
Bunun birkaç temel nedeni var. Birincisi, Libya konusunda çelişkili ve tutarsız bir siyaset izleyen Güvenlik Konseyi’nin daimi üyeleri Rusya ve Çin’in tekrar aynı duruma düşmek istememeleridir. Bu iki ülke Suriye’ye, bırakın bir askeri müdahaleyi, yaptırımları dahi desteklemiyor.
Bir diğer neden ise ABD kamuoyunun Irak, Afganistan ve şimdi de Libya’dan sonra yeni bir maceraya girilmesine karşı olmasıdır. Bizde nedense, Batı’da herkesin bu ülkelere müdahale etmek için can attığı sanılıyor, ama bu doğru değil.
Libya müdahalesinde kilit rol oynayan İngiltere’de de kamuoyu farklı düşünmüyor. Libya’ya askeri müdahaleyi genelde onaylayan Fransız kamuoyu ise bu durumda çekingen davranıyor. Cumhurbaşkanı Sarkozy de bu yüzden, BM kararı olmadan müdahale etmeyeceklerini ilan etti.
Esad rejimine karşı tek taraflı ve seçici yaptırımlar uygulama kararı alan ABD ve AB’nin bu
Ankara’daki Arap diplomatlarla konuşmalarımızda, Ortadoğu’daki gelişmeler karşısında çok da iyimser olmadıklarını görüyoruz. Kendilerine “kurulu düzenin adamları” diye bakıp söylediklerini göz ardı etmeyi de doğru bulmuyoruz. Zira sözlerinde düşünülmesi gereken faktörler var.
Her şeyden önce hiçbiri Ortadoğu ülkelerinin demokrasiye kolay geçebileceğine inanmıyor. Bazı ülkeler için durum daha kolayken, bazıları için çok zor olduğunu belirtiyorlar. Ancak, durumun nispeten elverişli olduğu ülkelerde bile gerçek anlamda demokrasiye geçmenin 10 yıl kadar sürebileceğini belirtiyorlar.
Arada yaşanacak kargaşa ve karmaşadan ise endişe duyuyorlar. Zira ortada henüz kurumsallaşmış bir demokrasi anlayışı yok iken, “toplumun demokrasi virüsüne kapıldığını” söylüyorlar. Ne dediklerini de anlıyoruz. Bu bize İkinci Meşrutiyet dönemini açan 1908 ihtilali ardından yaşananları andırıyor.
Dönemin tanıkları, “ihtilalden sonra ne odacıya ne kayıkçıya iş yaptırabiliyorduk. Herkes ‘beyim artık Meşrutiyet var, emir veremezsin diye tersliyordu bizi” diye çok sayıda kayıt düşmüşler. Diplomatların anlattıklarına bakılırsa Mısır’da da şu anda olan buymuş.
Bir diplomat, “Herkes eski sıkıntıların
Suriye’deki gelişmeler vahim bir durum almaya başlarken Başbakan Erdoğan’ın bu ülkeye karşı duruşunda bir ayar yapma zorunda kaldığını görüyoruz. Erdoğan’ın Kırgızistan Başbakanı Atambayev ile salı günü Ankara’da düzenlediği ortak basın toplantısındaki ifadeleri bunu açıkça ortaya koyuyor.
Esad ile yaptığı görüşmede duyduğu “endişe” ve “rahatsızlığı” kendisine “açık ve net ifadelerle bildirdiğini” kaydeden Erdoğan, yapılan reformlara rağmen Suriye’nin daha çok adım atması gerektiğini söyledi. Şam’a bir heyet göndereceğini de söyleyerek özetle şöyle konuştu:
“Şu andaki süreç bizler için rahatsız edici bir süreçtir. Bunu arkadaşlarımız da kendileriyle paylaşacaklar... Antidemokratik bir uygulamanın, özellikle otoriter, totaliter dayatmacı bir yapının olmasını asla arzu etmiyoruz, beklemiyoruz.”
Tonunu sertleştirse de, Erdoğan’ın Esad’a bu saatten sonra yapacağı tekinlerin bir işe yarayacağını sanmıyoruz. Esad’ın dünya kamuoyunu tümüyle göz ardı ederek, halkın üzerine tank göndermesi, kendisinin ve “Baas kodamanlarının” bir “varoluş mücadelesine” girdiklerini gösteriyor. Bu durumda Erdoğan’a kulak verileceği kuşkulu.
Radikal gazetesinde salı günü yer alan küçük bir
Kaddafi’ye bağlı güçler haftalardır kadın, çocuk, yaşlı demeden Libya’nın Misrata kentine misket bombası dahil her türlü mühimmatı yağdırıyorlar. Suriye’de Beşar el Esad’ın keskin nişancıları ve askerleri Şam, Deraa ve İzraa gibi kentlerde göstericilere ve öldürülen göstericilerin cenazelerine katılanlara ateş açıp çok sayıda insanı yok ediyorlar.
Bu olaylardan dünyaya sızan görüntüler ise Sırpların zamanında Bosnalılara karşı yaptıklarını hiç aratmıyor. Söz konusu kentlerdeki insanların çaresizliği ise, İsrail’in Gazze’ye karşı gerçekleştirdiği orantısız misilleme operasyonlarına maruz kalan masum insanların çaresizliğinden daha az değil.
Ancak gelin görün ki, Kadri Gürsel’in yerinde ifadesiyle “İsrail’i şamar oğlanına çevirmenin şehvetine kapılmış olan” AKP iktidarından bu vahşet görüntüleri karşısında çıt yok. Hiç kimse kalkıp Kaddafi’ye veya Esad’a, “Siz çoluk çocuğu, korumasız sivilleri öldürmeyi iyi bilirsiniz” demiyor.
Bu arada Ankara’dan ara sıra çıkan ve eleştirel gibi görünen bazı açıklamaların tonu ise son derece cılız kalıyor. Gazze için İsrail elçiliği önüne tekbirli protestocularını yığan AKP yanlısı örgütler de nedense Libya ve Suriye elçilikleri önünde
Cumhurbaşkanı Gül’ün New York Times’ta perşembe günü “Devrimin Eksik Barışı” başlığıyla çıkan ve Ortadoğu’da meydana gelen son olaylar ile İsrail-Filistin meselesi arasında bağ kuran yazısı daha talihsiz bir zamana rastlayamazdı.
Zira Gül, demokrasinin öneminden söz ettiği ve bölge yönetimlerinin halkın arzularına saygı duymaları gerektiğini vurguladığı yazısının çıktığı gün, dünya Türkiye’de “YSK’nın Kürt vatandaşlarımızın demokrasi yolunu tıkama girişimine” odaklanmıştı. Dikkatler de Türkiye’de meydana gelen ve Yemen ile Suriye’deki gösterileri aratmayan şiddet görüntülerine çevrilmişti.
Tartışmaya açık iki konu
Böylece Fransız Le Figaro gazetesinde çıkan kinayeli haber-yorum da kaçınılmaz oldu. Zira Türkiye, söz konusu yazıda belirtildiği gibi, “isyanlarla çalkalanan Arap ülkelerinden esirgemediği demokrasi önerilerini kendisine uygulamakta zorluk çekiyor.”
Bir yanda basın özgürlüğü konusunda darbe yiyen dış itibarımız, diğer yanda Kürt kökenli vatandaşlara karşı süren siyasi engeller derken, Türkiye’nin şu anda başkalarına demokrasi dersi verecek durumda olup olmadığı gerçekten tartışmaya açıktır.
Gül’ün bölgedeki isyanların demokrasiye mi, yoksa diktatörlüğe
Fransız Senatosu’nda 4 Mayıs’ta tartışılması beklenen “Ermeni soykırımını inkâr tasarısı” yeterince “limoni” olan ikili ilişkileri daha da germesi beklenirken, Senato’nun Anayasa Komisyonu’ndan gelişmelerin seyrini etkileyecek önemli bir karar çıktı.
NTV’den Kayhan Karaca’nın bildirdiğine göre, Anayasa Komisyonu Türk-Fransız ilişkilerinin olumsuz etkileneceğini de dile getirmiş olmasına rağmen, söz konusu tasarıyı daha çok hukuki gerekçelere dayanarak reddetmiş.
Özetle, Ermeni soykırımının inkâr edilmesine ceza verilmesini öngören tasarı Anayasa Komisyonu’nun görüşüne rağmen Senato’da kabul edilirse -ki bu olasılık hâlâ var - bu hukuki değil, siyasi bir karar olacaktır.
Ancak tasarı bu şekilde kabul edilse bile, Anayasa Komisyonu’nun kararı, “soykırımı inkâr yasasını” tartışmalı hale getirerek, konunun mahkemeye taşınmasına hukuki altyapı sağlamış oldu.
Ermeni soykırımını inkâr edenlere ceza verilmesini öngören tasarı Fransız Parlamentosu’nun alt kanadı olan Ulusal Meclis’te 12 Ekim 2006’da kabul edilmiş, ancak Senato’dan geçip yasallaşamamıştı. Senato Anayasa Komisyonu şimdi tasarıyı oybirliğiyle reddederken dayanaklarını da şu şekilde açıklamış:
-Yasama organının
Taliban’ın Türkiye’de bir temsilcilik açması için temasların arttığı, Başbakan Başdanışmanı İbrahim Kalın sayesinde doğrulanmış oldu. Buna izin verilmesi ilk bakışta insana çok hoş bir seçenek olarak gelmiyor. Çünkü çocuk, kadın, yaşlı demeden ellerinde çok sayıda insanın kanı olan, ayrıca kadınlara karşı zulmüyle tanınan, köktendinci bir terör örgütünden söz ediyoruz.
Türkiye’de İslami kökenli bir hükümetin işbaşında olması da kuşkusuz bu çerçevede farklı yorumlara neden olacaktır. AKP’nin kendisini Hamas ve Hizbullah gibi örgütlere yakın hissettiği de zaten biliniyor. Türkiye’de Taliban gibi örgütlere sempati duyan ve mücahit olup savaşmak için Afganistan’a gidenlerin olduğu da biliniyor.
Böyle bir terör örgütüne temsilcilik açma hakkını tanımak, aynı zamanda ve kaçınılmaz olarak, o örgütü tanıyıp meşrulaştırmak anlamına da gelecektir. Bu durumda Türkiye’de birçok kişinin aklına hemen gelecek olan soru da malum.
“PKK da kendi ismi altında Londra, Paris veya Brüksel’de bir temsilcilik açarsa o zaman Ankara buna nasıl itiraz edecek?”
Şeytan ayrıntıda yatıyor
Başkaları ise bugün Taliban’a izin verilecekse, yarın hangi köktendinci örgütlerin Türkiye’de siyasi