Ankara’daki Arap diplomatlarla konuşmalarımızda, Ortadoğu’daki gelişmeler karşısında çok da iyimser olmadıklarını görüyoruz. Kendilerine “kurulu düzenin adamları” diye bakıp söylediklerini göz ardı etmeyi de doğru bulmuyoruz. Zira sözlerinde düşünülmesi gereken faktörler var.
Her şeyden önce hiçbiri Ortadoğu ülkelerinin demokrasiye kolay geçebileceğine inanmıyor. Bazı ülkeler için durum daha kolayken, bazıları için çok zor olduğunu belirtiyorlar. Ancak, durumun nispeten elverişli olduğu ülkelerde bile gerçek anlamda demokrasiye geçmenin 10 yıl kadar sürebileceğini belirtiyorlar.
Arada yaşanacak kargaşa ve karmaşadan ise endişe duyuyorlar. Zira ortada henüz kurumsallaşmış bir demokrasi anlayışı yok iken, “toplumun demokrasi virüsüne kapıldığını” söylüyorlar. Ne dediklerini de anlıyoruz. Bu bize İkinci Meşrutiyet dönemini açan 1908 ihtilali ardından yaşananları andırıyor.
Dönemin tanıkları, “ihtilalden sonra ne odacıya ne kayıkçıya iş yaptırabiliyorduk. Herkes ‘beyim artık Meşrutiyet var, emir veremezsin diye tersliyordu bizi” diye çok sayıda kayıt düşmüşler. Diplomatların anlattıklarına bakılırsa Mısır’da da şu anda olan buymuş.
Bir diplomat, “Herkes eski sıkıntıların acısını patronundan veya daire başkanından çıkarmaya çalışıyor. Demokrasi adına birçok insanın kellesi isteniyor. Bu da ciddi kargaşa yaratıyor” diye konuştu.
Özetle, Mısır gibi şu anda demokrasiye geçiş konusunda en çok umut vaat eden bir ülkede bile, iç karmaşanın artması ve bölgesel gelişmelerin tehlikeli boyutlar kazanması karşısında, bizde 1913’te olduğu gibi, sonunda bir askeri darbe olması olasılığı göz ardı edilemiyor.
“Bölgesel gelişmelerin tehlikeli boyutlar kazanması” derken Filistin-İsrail çatışmasından da söz etmiyoruz. Arap diplomatlarını bu açıdan en çok endişelendiren konunun yeni boyutlar kazanmaya başlayan Sünni-Şii ihtilafı olduğu görülüyor.
Bu ihtilafın özellikle Irak, Lübnan ve Bahreyn’de artmakta olduğunu belirten söz konusu diplomatlar, bölgede bir ucunda Suudi Arabistan’ın liderliğini yaptığı, diğer ucundaysa İran’ın liderliğe oynadığı yeni ve tehlikeli bir fay hattından söz ediyorlar.
Bu çatışmaların Suriye’ye yayılması olasılığına da işaret eden Arap diplomatları, “Arap Baharı” adı altında yeşeren tüm umutları boğacak bir olgudan söz ediyorlar. Çünkü bu fay hattında yaşanacak çatışmaların çok kanlı olacağını ve bütün bölgeyi içine çekeceğini öngörüyorlar.
Son dönemde AKP iktidarının “Ortadoğu vizyonunu” ve bölgeye dönük tutarsız politikalarını çok eleştirdik. Bize kızanlar olsa da yaşananlar karşısında bu eleştirilerimizde haksız olduğumuza inanmıyoruz. Fakat Türkiye, “beyler biz gerekli uyarıları yaptık ama dinlemediniz, bizden günah gitti” diyerek bölgeye sırt çevirebilecek durumda da değil.
Çünkü nüfusu ağırlıklı olarak Sünni olan Türkiye’nin Şiilerle Sünniler arasında patlak verecek ciddi çatışmalardan bir şekilde etkilenmemesi mümkün değil. O halde Türkiye’ye bundan böyle düşecek olan önemli rollerden biri de kendiliğinden ortaya çıkıyor.
Ankara bölgeye bir yandan demokrasi telkinlerinde bulunurken, diğer yandan da din ve mezhep çatışmalarının üstesinden gelmenin tek yolunun, tüm din ve mezheplere, hatta dinsizliğe, eşit mesafede duran ve hepsinin haklarını eşit bir şekilde koruyan laik bir anayasa olduğunu anlatmak zorunda.
Ancak bunu yapabilmesi için AKP’nin her şeyden önce “laiklik” kavramıyla samimi olarak barışması gerekiyor. Başka bir ifadeyle, laiklik kavramının Türkiye’de geçmişte dayatmacı bir anlayışla uygulanmış olmasından gelen kompleksi üzerinden atması gerekiyor. Zira gerçek demokrasiden söz ediyorsak, demokrasi ile laikliğin birbirlerini tamamlayan kavramlar olduğunu kabul etmek zorundayız.
Uzun lafın kısası, Müslüman ve Hıristiyan dünyaları arasında “medeniyetleri barıştırma” görevini üstlenmiş olan Türkiye’nin, gelişmekte olan “Müslümanlar arası medeniyet çatışmasına” da ivedilikle el atması gerekiyor.