Ne Türkiye’de ne de Ortadoğu’da iç siyasi karışıklıkları “dış güçlerin müdahalesine” bağlama huyundan kolay vazgeçilmiyor. Koskoca akademisyenlerle dış politika uzmanlarımızın, Tahrir meydanında yüz binlerce Mısırlının toplanmasının, Washington’da bir düğmeye basılmasıyla olduğunu söyleyebilmeleri ise, nesnel analiz yapma konusundaki trajikomik durumumuzu ortaya koyuyor.
Bu savı öne sürenler, demokrasi, eşitlik ve hak isteyen milyonlarca insanı, “bunu tek başınıza yapmış olamazsınız” diye küçümsediklerini anlayacak durumda dahi değiller. Zaten Türkiye’de de çok gördük ve görmeye devam ediyoruz. Birileri demokrasi, insan ve azınlık hakları veya basın ve fikir özgürlüğü gibi kavramları telaffuz etti mi, kesin “ülkemizi bölmek isteyen Batı’ya uşaklık” ediyordur.
AKP çevreleri de zaten şu anda Türkiye’ye dönük basın özgürlüğü eleştirilerinin ülkemizi zayıf düşürmek isteyenlerin bir komplosu olduğuna inanıyorlar. İşte bu nedenle Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun hafta içinde Reuters ajansına verdiği uzun mülakat bizce çok önemliydi.
Suriyeli yetkililer bugünlerde “iç huzurumuzu yabancı unsurlar bozuyor” söyleminden medet umuyorlar. Cumhurbaşkanı Beşar el Esad da, çarşamba
Hükümetin Ortadoğu ve Kuzey Afrika’daki gelişmeler karşısında hazırlıksız yakalanarak çelişkili görüntüler vermesini birçok yazar gibi biz de eleştirdik. Buna karşın Türkiye’nin bölgede önemli roller oynamaya aday olduğunu kabul ediyoruz. Zira, NATO şemsiyesi altında Libya’ya müdahale eden Batılı ülkelerin sahip olmadıkları avantajlara sahibiz.
Bu da sadece bölgenin en güçlü ülkesi olmamızdan değil, nüfusumuzun ağırlıklı olarak Müslüman olmasından kaynaklanıyor. Fakat bu potansiyelin gerçekleşmesi için Ankara’nın bölgeye dönük siyasetinde önce ciddi bir “kalibrasyon ayarı” yapması ve bunu yaparken şu temel soruyu yanıtlaması gerekiyor:
“Türkiye, laik demokratik yapısıyla, Batı’nın İslam âlemindeki uzantısı mı, yoksa İslam âleminin Batı’daki uzantısı mı?”
Gelecek malum eleştirilere karşı burada “Batı’nın çıkarlarına hizmet etmek” gibi bir şeyden söz etmediğimizi hemen vurgulamak isteriz. Yani, kültürel, siyasi, askeri veya ekonomik teslimiyetçilikten bahsetmiyoruz. İlkeler ve değerler üzerinden konuşuyor ve “medeniyetler arası köprü” olma özelliğimizin ötesinde bir şeyden söz ediyoruz.
Kaldı ki, “köprü olmak” bizim için aslında sanıldığı kadar etkin bir konum değil.
Türkiye’nin Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu önderliğinde güttüğü iddialı Ortadoğu ve Kuzey Afrika politikalarının, o bölgelerde ortaya çıkan ve sonu belirsiz olan gelişmeler karşısında aynen sürdürülmesi mümkün görünmüyor. Hükümetin “bölgede değişimden yanayız” söylemine rağmen, Ankara’nın şimdi görülen değişim sürecini kastettiğini de sanmıyoruz.
Türkiye’nin Arap dünyası ile ilişkilerini derinleştirme politikası, sonuçta mevcut statükoyla işbirliğine dayalıydı. Bu nedenle de, statüko karşıtı devrimci unsurlar üzerine değil, gücü ellerinde tutanların evrim yoluyla değişmeleri fikri üzerine kuruluydu.
Ankara’nın hala bu statükocu unsurlara güvenmesi, kendisi için gelecekte yine çelişkili olan durumları ortaya çıkarmakla kalmayacak, oluşan yeni dengeler karşısında Türkiye’yi zorda dahi bırakabilecektir. Örnek olarak Libya’yı ele alabiliriz.
AKP iktidarı şimdi, muhaliflerle başından beri temas içinde olduğuna dair bir hava yansıtmaya çalışıyor. Doğru olsa bile, anlamlı olması için bunun herkes tarafından zamanında görülmesi gerekirdi. Oysa, perde arkasında ne olmuş olursa olsun, sadece dünyadaki değil, Libyalı muhalifler arasındaki algı bile “Türkiye’nin Kaddafi’ye
Libya konusunda NATO’da varılan uzlaşma Türkiye’yi sonunda Batılı müttefikleriyle aynı düzleme getirdi. Dışişleri ve Genelkurmay çevreleri açısından da 60 yıldır mensubu olduğumuz ve hâlâ güvenlik şemsiyesinden yararlandığımız ittifakta doğru noktaya gelmiş olduk. Özetle, “NATO’nun Libya’da ne işi var, bu saçmalıktır” noktasından çok farklı bir yerdeyiz bugün.
“Çark etmiş olma” görüntüsü AKP’yi tabii ki zor durumda bıraktı. İktidar yanlısı medya da bunu şimdi çeşitli yollardan açıklamaya çalışıyor. Fakat Başbakan Erdoğan’ın artık, karmaşık uluslararası krizler karşısında daha ihtiyatlı ve Türkiye’yi kontrpiye de bırakmayan bir dil kullanması gerekeceği de ortada.
Bu arada, “Türkiye bastırdı operasyonun komutası Fransa başkanlığındaki koalisyondan NATO’ya geçti” yaklaşımı da doğru değil. Sonuçta komutanın ittifaka geçmesini isteyen ülkelerin başında her şeyden önce ABD ve İngiltere vardı. İtalya ise meseleyi “Komuta NATO’ya geçmezse üslerimi kullandırmam” noktasına kadar getirmişti.
Paris’e de bazı dersler çıktı
Danimarka gibi Kuzeyli NATO üyelerinin operasyona katılmaya devam etmelerinin ön koşulu da buydu. Onun için bu hususun da doğru çerçeveye oturtulması gerekiyor.
Libya konusunda başından beri karışık sinyaller vermesine rağmen Başbakan Erdoğan, Mekke’deki Ümmül Kur’a Üniversitesi’nde yaptığı konuşmada çok doğru olan bir şey söyledi. Bölgedeki son gelişmelere atıfla, “Neden sorusunu başkalarına sormadan önce dönüp kendimize soralım. Neden bu haldeyiz sorusunun cevabını kendimizde, kendi nefsimizde arayalım” diye konuştu.
Biz de şu soruyu ekleyelim: Dünyanın en zengin ve verimli petrol rezervlerine sahip sadece 6,5 milyon nüfuslu bir ülke olan Libya, bugün niçin Kuzey Afrika’nın İsviçre’si değil? Bunu engelleyen nedir?
Geri kalmışlık yüzünden hurafelere ve önyargılara boğulmuş olan İslam dünyasının henüz bu sorulara samimi yanıtlar verecek durumda olduğunu sanmıyoruz. Ama bunlar önümüzdeki dönemde önemi giderek artacak olan sorulardır.
Fiili duruma gelirsek, Ankara Paris’teki Libya zirvesine davet edilmemesini hazmedemiyor. Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun, bu toplantı için “uluslararası prosedüre uyulmadı” demesi ise, Güvenlik Konseyi’nin 1973 sayılı kararı ışığında, kendi diplomatlarımızı dahi ikna etmiş değil.
Hükümet şimdi, “NATO’yu frenliyoruz” görüntüsü ile kamuoyunu avutmaya çalışıyor. Erdoğan’ın dünkü grup konuşmasından bu
Fransa’nın liderliğini yaptığı uluslararası Libya harekatına olanak sağlayan 1973 sayılı Güvenlik Konseyi tasarısının çerçevesi geniş tutulmuş. Yani, kısa bir belgeden söz etmiyoruz. Cumartesi günü başlayan askeri operasyonlar da şu ana kadar çizilen bu çerçeve içinde yürütüldü.
Bazılarının söylediği gibi tasarı sadece “uçuşa yasak bölge” ile ilgili de değil. Tasarının “Sivillerin Korunması” başlığı altındaki dördüncü maddesi, tasarıya taraf olan ülkelere - münferiden veya bir uluslararası kuruluş dahilinde - sivilleri korumak amacıyla “gerekli gördükleri her türlü tedbiri almalarına” olanak sağlıyor.
Ancak maddenin içinde çok önemli bir cümle var ki, bu da Türkiye’nin önemsediği bir hususu yakından ilgilendiriyor. Bu cümlede Libya’ya, hangi görüntü altında olursa olsun, “işgalci bir gücün gönderilemeyeceği” kesin ifadelerle vurgulanıyor.
Tasarının giriş bölümünde yer alan bir paragrafta ise, yine Ankara’nın önemsediği diğer bir hususun altı çiziliyor. Bu paragrafta “Libya Arap Cemahiriyesi’nin bağımsızlığı ile ulusal ve toprak bütünlüğünün korunacağına” dair güçlü bir taahhüde giriliyor.
Tasarının diğer bölümlerinde, Libya’ya uygulanacak uçuş yasağı, silah ambargosu ve
Güvenlik Konseyi’nin, sivilleri korumak amacıyla Kaddafi rejimine karşı her türlü tedbirin alınmasını öngören tasarıyı ağırlıklı bir oy çokluğu ile kabul etmesi açıkçası bizi şaşırttı. Zira Rusya ve Çin’in beyan ettikleri kaygılar nedeniyle bunun bu kadar kolay çıkacağını tahmin etmiyorduk.
Ancak Konsey’in daimi üyesi olan bu iki ülke, Brezilya Hindistan ve Almanya ile birlikte çekimser kalınca, tasarı 10 Konsey üyesinin oyları ile kabul edildi. Hiç bir daimi üye veto hakkını kullanmazken, 10 geçici üyeden hiç biri, Fransa, İngiltere ve Lübnan tarafından sunulan tasarı aleyhinde pozisyon almadı.
Kaddafi güçlerine karşı müdahale konusundaki katı söylemi düşünüldüğünde, bu gelişme AKP iktidarı açısından ciddi bir diplomatik olumsuzluktur. Katar, Birleşik Arap Emirlikleri, hatta Ürdün gibi Arap ülkelerinin Kaddafi’ye karşı olası bir askeri operasyona katılmalarının beklenmesi ise Ankara açısından işi daha da karmaşık hale getiriyor.
Türkiye’de nedense üzerinde hiç durulmadı, ama Güvenlik Konseyi’nden bu sonucun çıkmasını sağlayan temel gelişme, Arap Birliği’nin geçen cumartesi günü Libya üzerinde uçuş yasağının ilan edilmesini isteyen kararıydı. Batı’nın da beklediği buydu,
Başbakan Erdoğan’ın Muammer Kaddafi’den “halk desteği olan bir devlet başkanı atamasını” istemesi, sonu belirsiz bir durum karşısındaki çaresizliğin ifadesidir. Bu ayrıca, Ankara’nın her şeye rağmen Kaddafi’ye oynadığını gösteriyor. Erdoğan’ın NATO’nun Libya’ya müdahalesine karşı çıkması da bu izlenimi pekiştiriyor.
Erdoğan’ın, Kaddafi’nin atayacağı bir liderin bu saatten sonra üzerine ateş açtığı halk tarafından desteklenebileceğini düşünmesi, bölgede olup bitenlere ne kadar hâkim olduğunu tekrar sormamıza neden oluyor.
Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun İstanbul’da yapılan “Değişim Liderleri Zirvesi”nde “Türk dış politikasının Ortadoğu’daki değişimi doğru algıladığını” söylemesine karşın, bizim bu konuda da kuşkularımız var.
Sonuçta ister Tunus ve Mısır’da, isterse Libya’da olsun, yaşananlar Türkiye’yi de en az Batı kadar hazırlıksız yakaladı. Bunu başka gelişmelerde de görüyoruz. Örneğin, Ankara Batı’ya “Libya’ya müdahale etme” uyarıları yetiştirmeye çalışırken, bölgedeki esas müdahale Suudi Arabistan’dan geldi.
Bahreyn’deki Sünni yönetimin Şii ayaklanması karşısında yardım istemesi üzerine, Körfez İşbirliği Konseyi o ülkeye, Suudi Arabistan’ın başını çektiği bin kişilik