Seçim sonrasında AKP’yi zorlu dış politika sınavları bekliyor. Artık ne “stratejik derinlik” ne de “komşularla sıfır sorun” perspektifi kaldı. Dünyanın tahmin edilemez acı dinamikleri AKP’nin vizyonunu alaşağı etti. Bugün bırakın “sıfır sorunu” Türkiye “çok sorunlu” bir dış politika ortamıyla karşı karşıya bulunuyor.
Dış politikada akademik idealizm yerine ulusal çıkarları kollayan “reel politikalar” gerektirdiğini Libya ve Suriye örnekleri gösterdi. Bu arada Arap sokaklarında popülarite sağlamanın, Türkiye gibi küresel önemi artan bir ülkenin çok taraflı dış politika gerekleri açısından fazla bir şey ifade etmediği de artık görülmeye başlandı.
Bugün o sokaklar rejim aleyhtarı isyankârlarla dolu. Fakat bu isyanların mahiyeti ülkeden ülkeye değişiyor. Bazı ülkelerde demokrasi ve insan hakları mücadelesi sürerken, başka ülkelerde mücadele daha çok mezhep veya aşiretler arası çıkar çatışmalarına dayanıyor.
Öte yandan bölgede daha önce hesaba katılmayan İran-Suudi soğuk savaşı da derinleşiyor. Bu nedenlerle Türkiye’nin seçim sonrasında çok boyutlu politikaları devreye sokması ve her duruma kendi özelliklerine göre yaklaşması kaçınılmaz olacak. Bu elbette ki Türkiye’yi
Suriye yavaş yavaş iç savaşa sürükleniyor. Ülkedeki Alevi-Sünni gerginliği de tüm bölgeyi etkileyecek şekilde artıyor. Türk sınırına sadece 12 kilometre uzaklıktaki Cisr-üş Şugur kasabası sakinleri şu anda Esad birliklerinin intikamına hazırlanıyorlar.
Suriye İçişleri Bakanı İbrahim Şaar, yabancı basına izin verilmediği için ayrıntıları tam olarak bilinmese de, bölgede önceki gün 120 kadar güvenlik gücü mensubunun öldürülmesine en sert yanıtı vereceklerini vaat etti.
Müslüman Kardeşler’e karşı 1980 yılında Hama’da girişilen katliamdan nasibini almış olan Cisr-üş Şugur sakinleri bunun ne anlama geldiğini iyi biliyorlar. Türk sınırına yakınlığı nedeniyle Hatay ilimizdeki askeri ve sivil yetkililerimizin de bu nedenle teyakkuz haline geçtiklerini varsayıyoruz.
Sonuçta, bölgeden yaşanacak bir mülteci akımının yanı sıra, çok sayıda yaralı ve sakat insanın Hatay’daki hastanelere yetiştirilmeye çalışacağını tahmin etmek için fazla hayal gücü gerekmiyor. Yaralı Suriyelilerin daha şimdiden bu hastanelere götürüldüklerine dair haberler de zaten geliyor.
Türkiye’nin mültecilerle ilgili Cenevre Sözleşmesi’ne koyduğu “coğrafi sınırlama şerhi” nedeniyle, Suriye’den mülteci kabul etme
AKP iktidara geldiğinde, “İslamcı” diye bilinmesine rağmen Batı’da kısa zamanda “Türkiye’nin yeni umudu” olarak görüldü. İdareyi ele alır almaz AB ve Kıbrıs konularında sergilediği ve eski kalıpları kıran yaklaşımlarının etkisi burada büyük oldu.
11 Eylül’ün şokunu yaşayan Batı’nın, “İslamcılar Türkiye’yi ele geçirdi” korkusu da kısa zamanda dağıldı. Başbakan Erdoğan’ın “statükoyu korumak için gelmedik” söylemi ise çok beğenildi. Kendisi birdenbire “dünyanın en etkin liderleri” arasında gösterilmeye başlandı.
Zaman içinde TSK ile girdiği demokrasi mücadelesi ve Kürt sorunu konusundaki farklı söylemi ise itibarının daha da artmasına neden oldu. O kadar ki, “reformist” olduğu varsayımı ile Erdoğan’ı abartılı bir şekilde Atatürk’e benzetenler bile çıktı.
Bu arada İslami yanı ağır basan bir siyasetçi olmasına rağmen demokrasiden yana söylemiyle “ılımlı İslam” adına model isim oldu. Uzun lafın kısası, Erdoğan uzun süreyle hem ABD, hem de AB tarafından açıkça desteklendi. Bazı sözleriyle soru işaretlerine neden olsa da, genel avantaj yine de kendisinden yana işledi.
Baykal başkanlığındaki CHP’nin AKP’ye sert yaklaşımı ise Batı’da “reform karşıtı” olarak bilinen ve “Kemalist”
Arap Baharı ile devrim rüzgârına kapılan her ülke kendi devrim kahramanlarıyla devrim şehitlerini ortaya çıkarıyor. Tunus’taki halk ayaklanmasını tetikleyen kişi Tarık al-Tayyib Muhammed Boazzizi adlı sokak satıcısıydı.
Ailesini geçindirmek için yaşam mücadelesi veren Boazzizi’nin bir zabıtanın şiddeti yüzünden kendisini yakarak öldürmesi anında Tunus’taki sosyal adaletsizliğin sembolü haline geldi ve yüz binlerce kişinin sokaklara dökülmesine yol açtı. Sonucu biliyoruz.
Mısır’ın devrim şehidi ise İskenderiye’de bir internet kafesinde otururken polis tarafından sille tokat gözaltına alınıp feci bir şekilde öldürülen Halid Muhammed Sayyid adlı gençti. Fakat Mısır’daki ayaklanmayı asıl tetikleyen kişi devrim kahramanı Wahil Goneym isimli bilgisayar mühendisi ve “internet eylemcisi” oldu.
Google’ın Ortadoğu’daki pazarlama sorumlularından olan Goneym, “Hepimiz bir Halid Sayyid’iz” adlı bir facebook sayfası açarak, Sayyid’in feci yaralar taşıyan cesedini göstermişti. Bunun ardından gözaltına alınması ise Mısır’daki olayları tetikleyen asıl gelişme olmuştu.
İçerden ve dışarından gelen baskılara dayanamayan Mubarek yönetimi, Goneym’i serbest bırakmak zorunda kaldıysa da
İsrail’in Mavi Marmara’ya saldırısının ve biri aynı zamanda Amerikan vatandaşı olan dokuz Türk’ü öldürmesinin yıldönümünde ikinci filo krizinin yolda olduğunu görüyoruz. Ankara, haziran sonunda kalkacağı belirtilen ikinci Gazze konvoyu konusunu “sivil toplum örgütüne müdahale edemem” argümanına oturturken İsrail de, Mavi Marmara’nın da dahil olacağı konvoyu yine askeri yollarla durduracağını söylüyor.
Bu arada, eski İsrail Genelkurmay Başkanı Gabi Aşkenazi’nin, Mavi Marmara saldırısı için ülkesinde kurulan Turkel Komisyonu’na, “İsrail askerlerinin konvoydaki eylemcilerle yüz yüze gelmemeleri için gerekirse keskin nişancıların kullanılacağını” söylediğini İsrail basınından öğreniyoruz.
Öte yandan Fransız haber ajansı AFP’nin birkaç gün önce geçtiği bir haberde, Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun geçen hafta NTV’ye verdiği demeçte “Türkiye’nin İsrail tarafından açık denizlerde gerçekleştirilecek yeni bir tahrike gereken karşılığı vereceğini” söylediğini dünyaya duyurdu.
Söyleşiyi dinlemediğimiz için Davutoğlu’nun tam olarak ne dediğini bilmiyoruz. Bu sözler Türk medyasında da yer almadı. Ancak, Davutoğlu’ndan bu konuda bir düzeltme veya yalanlama gelmemesi de dikkat çekiyor. Bu
Genelde dış politika konularını irdelememize rağmen bugün, her Türk vatandaşı gibi, 12 Haziran seçimleriyle ilgili fikirlerimizi beyan etme hakkımızı kullanacağız. Gelişmeler ise bizi bu açıdan hiç de umutlandırmıyor.
Bunu AKP’nin seçimlerden başarılı çıkması olasılığından dolayı da söylemiyoruz. Sonuçta halkın iradesi neyse saygı göstermek gerekiyor. Türkiye’de seçimlerin demokratik bir şekilde yapılmadığını iddia edecek de değiliz.
Zaten, serbest oldukları için partiler ve yandaşları seçmenin tercihlerini birbirlerine çamur atarak, hatta insanların özel hayatlarını yasadışı yollardan elde edilmiş kasetlerle ifşa ederek etkilemeye çalışıyorlar.
Belden aşağı vuruşlar ise siyasetçilerin başkalarının sözlerini çarpıtarak, sözde yanıt olarak, “seçimleri kazandıklarında pornoyu da serbest bırakabilirler” türünden seviyesizliklere kadar inmiş bulunuyor.
Şu anda yürütülen yüz kızartıcı ve görülmemiş derecedeki çirkin kampanyalardan tek sonuç çıkarmak mümkün. Zaten bölünmüş olan Türkiye, 12 Haziran seçimlerinden, “post modern iç savaşını” daha da derinleştirmiş olarak çıkacak.
Milliyetçi kuşak
Hitler’den esintiler taşıyan “patolojik milliyetçiliği” 1990’lı yılların Avrupa’sında yeni boyutlara taşımış olan radikal Sırplar elbette ki “önderlerinin” 16 yıl gecikmeyle de olsa yakalanmasına ateş püskürüyorlar.
Fakat ellerinde 200 bin kişinin kanı olan ve “Büyük Sırbistan” sevdasıyla yola çıktıktan sonra bir soykırıma imza atarak milletinin adını uluslararası camia nezdinde lekelemiş bulunan Radko Mladiç’in yakalanması, Sırplar için yeni ve temiz bir sayfanın açılması açısından tarihi bir dönüm noktadır.
Birçok kişi elbette ki, “Niçin şimdi de 10 yıl önce değil” sorusunu sorup, Belgrat’ın nihayet bu konuda harekete geçmesini müstehzi bir kuşkuculukla Sırbistan’ın AB umutlarına bağlıyor. Bunda gerçek payı olsa da meseleyi doğru zemine oturtmak gerekiyor.
Bizde de bakıyoruz sırf AB’ye çamur atabilmek için Mladiç’in ne yaptığını ve neyi temsil ettiğini tabii bunu gerçekten anlayabilmişlerse unutmayı dahi göze alabilenler var. Bakış açılarını anlamak da güç değil zaten.
Cinayetlere gerekçe
Sonuçta onların dünya bakışına göre Mladiç “ülkesinin bütünlüğünü korumak amacıyla Avrupa’nın Yugoslavya’yı bölme projesine karşı durmuş bir kişi.” Hırvatistan ve Bosna’da
Tükler seçim cinnetinden çıktıklarında Ortadoğu’da varsayımlarına ve vehimlerine pek uymayan durumlarla karşılaşacaklar. Bunun başında da Suudi Arabistan ile ABD arasında hızla gelişen ve devasa yeni boyutlar kazanmaya başlayan askeri işbirliği geliyor.
Suudi Arabistan ile askeri ilişkilerin gelişmesi tabii ki ABD’nin Körfez ülkeleriyle ilişkilerini derinleştirmesi anlamını da taşıyor. ABD’nin Katar, Bahreyn, BAE ve Kuveyt gibi bölge ülkelerinde giderek artan askeri varlığını bu sütunda geçmişte ele almıştık zaten.
AP ajansının kıdemli savunma analisti Robert Burns tarafından kaleme alınan ve 19 Mayıs’ta yayınlanan haber ise, bölgeye dönük birçok önemli haber gibi, Türk basınının ve özellikle de “İslami matbuatın” dikkatini çekmedi.
Bu da, haberin kafalarda kemikleşmiş olan paradigmalarla uyuşmamasından kaynaklanıyor olsa gerek. Sonuçta denklemin bir ucunda “Harem-i Şerif’in koruyucusu” Suudi Arabistan, diğer ucundaysa İslam âleminin “büyük şeytanı” ABD var ve aralarında gelişen bu askeri işbirliğini anlamak İslami kesim için zor.
Burns’ın bildirdiklerine geçmeden önce, geçtiğimiz aylarda imzalanan ve ABD’den Suudi Arabistan’a 60 milyar dolarlık modern savunma