Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Başbakan Erdoğan’ın dış politikada söylemekte zorlandığı şeyleri açıkça söylemeye devam ediyor. Son olarak ABD’nin önde gelen gazetelerinden Wall Street Journal’a (WSJ) verdiği demeçte, Hamas ve İsrail konularında söyledikleri bunu tekrar ortaya koyuyor.
Başbakan Erdoğan, kısa bir süre önce ABD’nin tanınmış televizyon habercilerinden Charlie Rose’a konuşurken yaptığı gibi, Hamas’ı hala “terörist örgüt” suçlamalarına karşı güçlü bir şekilde koruyor. Hamas’ın İsrail’e karşı düzenlediği saldırıları, “özgürlük mücadelesi” zeminine oturttuğunu sözleriyle ortaya koyarak da bu örgütü meşrulaştırma çabalarını sürdürüyor.
Buna karşın ne Rose ile yaptığı mülakatında, ne de daha önceki açıklamalarında Hamas’a açık bir “İsrail’i tanı” telkininde bulunduğunu işittik. Bunun yanı sıra, İsrail’in kendisini saldırılara karşı her ülke gibi koruma hakkı olduğunu teslim ettiğini de fazla işitmedik.
Ankara nasıl ki Washington’un İsrail’i körü körüne desteklemesine kızıyorsa, Washington’un da Erdoğan’ın Hamas ve İsrail söyleminden çok büyük memnuniyet duyduğu söylenemez. Bu iki konu da zaten, hem Cumhurbaşkanı Gül’ün hem de Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun “mükemmel”
Ortadoğu’da yaşananların Türkiye ile ABD’yi daha da yakınlaştıracağına inananlardanız. Sonuçta hem Washington, hem de Ankara bu yaşananlar karşısında hazırlıksız yakalandı. Bu yüzden iki başkent arasında bölgeye dönük daha fazla işbirliğini gerektiren nedenler artmış bulunuyor. Bugün artık ne ABD’nin, ne de Türkiye’nin “Büyük Ortadoğu Projeleri” eskisi gibi geçerlidir.
Buna rağmen bu bölge iki ülke açısından her zamankinden daha hayati olmaya devam ediyor. Bu arada iki ülkenin Tunus, Mısır, Libya ve Suriye söylemlerinin de zaten önemli ölçüde örtüştüğünü görüyoruz. Bunu son olarak Başkan Obama’nın önceki gün yaptığı ve ilginç yeni perspektiflere işaret ettiği Ortadoğu konuşmasında da gördük.
Örneğin Obama, Suriye’ye dönük sert söylemine rağmen Beşar el Esad’dan henüz vazgeçmeye hazır olmadığını da ortaya koydu. “Kendisine son bir şans tanıyoruz” demesi bu anlama geliyordu. Yoksa Kaddafi için olduğu gibi “derhal gitmelidir” de diyebilirdi.
Ankara’nın da bu görüşte olduğunu biliyoruz. Öte yandan iki başkentte Esad’ın bu işin içinden çıkabileceğine dair inancın çok güçlü olduğu da söylenemez. Bu yüzden Esad’a “bir şans daha tanınması” zaman kazanma taktiği olarak da kabul
Türkiye’nin 40 şehrinde internet sansürüne karşı düzenlenen yürüyüşler uluslararası kamuoyunun da dikkatini çekti. Wall Street Journal’dan New York Times’a, Le Monde’dan Guardian’a kadar dünyanın en tanınmış gazeteleri konuya yer verdiler. Freedom House gibi basın ögürlüğünü denetleyen uluslararası kuruluşların Türkiye’yi basın özgürlüğü konusunda “en kötüleri” arasında yerleştirmeleri ise işin cabası.
Anlayacağınız hükümet ve medyadaki destekçileri istedikleri kadar aksini kanıtlamaya çalışsınlar, Türkiye’nin “sansürcü bir devlet” olduğuna dair algı oturmuş bulunuyor.
O kadar ki, geçen hafta ABD’nin ileri gelen düşünce kuruluşlarından Wilson Center’da bir sunumda bulunmak için gittiğimiz Washington’daki özel konuşmalarımız sırasında bu konuda çok sayıda soru ile karşılaştık.
“Kendine dikkat et, yazdıkların hükümetin hoşuna gitmezse başına bela alırsın” şeklindeki “dost telkinleri” ise gerçekten üzücüydü. Nedim Şener ve Ahmet Şık’a yapılanlar Türkiye’de basın özgürlüğünü izleyenler için bardağı taşıran damla olmuş. “İnternet sansürü” tartışmaları ise ülkemizin “fikir özgürlüğüne saygı” açısından itibarını daha da zedeliyor.
Burada şuna da işaret etmeliyiz. Bu konuyu
Suriye’de işler günden güne kötüye giderken gelişmeler Batı’da çaresizlik içinde izleniyor. Hemen hemen herkes bu ülkede bir iç savaşın patlak vermesi halinde bunun bölgede ve dünyada istikrarsızlığı artıracağını biliyor. Mezhep çatışmasından İran ve Suudi Arabistan faktörüne, aşırı dinci terör örgütlerinin durumdan istifade etme çabalarından İsrail’in tüm bölgeyi karıştıracak olası müdahalesine kadar işin son derece tehlikeli boyutları var.
Türkiye’yi bir şekilde etkilememesi neredeyse imkansız olan bu gelişmeler karşısında, uluslararası camianın Ankara’dan beklentileri de giderek artıyor. Son günlerde Batı basınında peş peşe çıkan yorumlarda, “Türkiye’nin Suriye’deki duruma gecikmeden müdahale etmesi gerektiğine” dair bir algının gelişmekte olduğunu görüyoruz.
Bu çerçevede AKP iktidarına dönük, “madem ki bölgede etkin olduğunu söylüyorsun, o zaman Suriye için daha fazlasını yapman gerekiyor” şeklindeki ortak görüş dikkat çekiyor. Tabii bu arada, “Türkiye’nin aslında yapabileceği fazla bir şey olmadığına,” veya “Ankara’nın demokrasiden yana ağırlığını koyarak etkisini göstermesi için treni kaçırdığını” söyleyenler de yok değil.
Başbakan Erdoğan’ın Beşar el Esad ile
Washington
Bu kez Wilson Center ile Turkish Policy Quarterly dergisinin davetlisi olarak birkaç haftalık bir aradan sonra tekrar Washington’dayız. Muhataplarımızdan gelen sorular ise daha çok Ortadoğu’da yaşanmakta olanlar ve Türkiye’nin bu çerçevedeki konumu ile ilgili.
Suriye’deki olaylar ile Türk-İsrail ilişkilerine bu kapsamda özel bir vurgu yapılması da tabii ki şaşırtmıyor. 12 Haziran seçimlerinden kazanarak çıkacağı varsayılan Başbakan Erdoğan’ın Suriye lideri Beşar el Esad üzerinde ne denli etkin olabileceği merak ediliyor.
Erdoğan’ın Türkiye ile İsrail arasındaki husumetin sona ermesine somut katkıda bulunmaya hazır olup olmadığı ise diğer başlıca merak konusunu oluşturuyor.
Erdoğan’ın ünlü Amerikalı TV sunucusu Charlie Rose’a hafta içinde verdiği röportaj sırasında bu konularda söyledikleri de not edilmiş bulunuyor.
Erdoğan’ın Rose’a Hamas’ı bir terör örgütü olarak görmediğini söylemesinin aslında yeni bir şey içermediği biliniyor. Ancak, Usame bin Ladin’in öldürülmesi ABD kamuoyunun terörizm karşısında tavizsiz bir şekilde durulması konusundaki kararlılığını iyice pekiştirmiş.
Bu nedenle Erdoğan’ın Hamas ile ilgili sözleri yeni bir şey içermese de
AB’nin Ankara Büyükelçisi Francis J. Ricciardione ses tonunu yükseltmeyen son derece yumuşak sözlü biri. Ancak bu hali “sözünü esirgeyeceği” anlamına gelmiyor. Bunu, Türkiye’ye gelir gelmez ayağının tozuyla Başbakan Erdoğan ile basın özgürlüğü konusunda girdiği tartışmadan biliyoruz.
Erdoğan’ın o tartışma sırasında Ricciardione’yi “acemi büyükelçi” ilan etmesine çok kızan Washington’un, büyükelçisine güçlü destek vermesi ise konuya farklı bir boyut katıyor. Yani “büyükelçi kendi görüşlerini ifade ediyor” denebilecek bir durum söz konusu değil burada.
Ricciardione’nin bu nedenle özellikle AKP çevrelerinde hayal kırıklığı yarattığını tahmin etmek güç değil. Bilindiği gibi kendisinin Ankara’ya büyükelçi atanması, ABD Senatosu’nda “Türklere fazla meyil ediyor” gerekçesiyle bir senatör tarafından bloke edilmişti.
Başkan Obama’nın özel yetkisini kullanarak Ricciardione’yi yine de Ankara’ya göndermesi ise AKP tarafından memnuniyetle karşılanmıştı. Ancak AKP çevreleri Ricciardione’nin “Türk dostu” olarak gerekirse “acı konuşacağını” hesaba katmadılar.
Oysa “Türklere meyil ediyor” diye ABD’de töhmet altında bırakılmasından sonra, kendisinin bunun her koşulda doğru olmadığını
Ankara’da ne hükümet yetkililerinde ne de dışişleri çevrelerinde Beşar El Esad’ın ülkesindeki krizi çözebileceğine dair fazla inanç kalmadı. Geçen hafta Roma’daki Libya toplantısına uçarken açıklamalarda bulunan Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun sözleri de buna kanıt.
Aslı Aydıntaşbaş’ın aktardığına göre, “Beşar Esad reforma hayır demiş değil ama zamana yayabileceğini düşünüyor” diye konuşan Davutoğlu, “Fakat zamanında bazı şeyleri yapmakta geç kaldı. Şimdi artık bazı şeyler anlamını yitirdi. Artık Suriye’de şok gelişme istiyoruz” diye eklemiş.
Böylece Ankara’nın Esad’ı henüz gözden çıkarmaya razı olmadığı görülüyor. Bunu bu aşamada Başbakan Erdoğan’ın Esad ile olan özel ilişkilerine bağlamak da doğru olmaz. AKP iktidarı Kaddafi’yi gözden çıkardığı gibi gerekirse Esad’ı da gözden çıkaracaktır.
Fakat bunu şimdi yapamıyor. Sık sık belirtildiği gibi, Suriye’de çıkacak bir iç savaş ne Tunus, ne Mısır, ne de Yemen veya Libya’ya benzer. Böyle bir savaşın ülkeyi bölmekle kalmayacağını, Ortadoğu’yu da ciddi bunalıma sürükleyeceğini artık herkes anlamış durumda.
Hal böyle olunca, Türkiye’nin - fazla umutlu olmasa da - reformları hızlandırması için Esad’ı hala ikna etmeye
Başbakan Erdoğan’ın salı günü yaptığı Libya açıklaması, Ankara’nın Kaddafi’yi gözden çıkarıp Bingazi’deki Batı destekli muhaliflere meyil etmeye başladığını gösteriyor. Erdoğan’ın dünyada etki yaratan açıklamasındaki şu sözleri de dikkat çekti:
“Yeni Hama ve Humus’ların ve yeni Bosnaların yaşanmasını istemiyoruz. Biz artık İslam dünyasının kan ve gözyaşıyla anılmasını istemiyoruz. Liderler, vicdani, insani tercihler yapmak zorundadır.”
Buradaki hedefin de Beşar El Esad olduğu ortada. Neticede hiç kimse baba ve amca Esad’ın 1982’de özellikle Hama kentinde gerçekleştirdikleri katliamı unutmuş değil. Erdoğan’ın bu sözleri, Türkiye’nin Şam’a desteğinin de artık “sınırsız” olmadığını gösteriyor.
Erdoğan’ın sözleri ayrıca Türkiye’yi Libya ve Suriye konusunda Batı ile neredeyse aynı çizgiye getirdi. Bu “ayarın” perşembe günü Roma’da yapılan ve Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun da katıldığı Libya toplantısının hemen öncesinde gerçekleşmesi de zaten dikkat çekti.
AKP’nin bölgedeki gelişmeler karşısındaki sıkıntısını, Roma’ya giden Davutoğlu’na refakat eden dostumuz Aslı Aydıntaşbaş’ın dün aktardıklarında da görmek mümkün. Davutoğlu, Libya ve Suriye konusunda Ankara’nın daha önce