İki buçuk yıl önce İsrail Türkiye ile ilişkilerinde hiç beklenmedik bir durum ile nasıl karşı karşıya kaldıysa, Suriye’deki Baas rejimi şimdi aynı durumla karşı karşıya gelmiş bulunuyor. Her iki durumda seyri tayin eden ise Başbakan Erdoğan oldu. Özetle hiçbir bölge ülkesi Erdoğan’ın sözlerini göz ardı edebilecek durumda değil artık.
Ancak, Esad’ın Erdoğan’ın taleplerini ne denli yerine getirebileceği de belli değil.
Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun Şam’da Esad ile gerçekleştirdiği altı buçuk saatlik görüşmeden sonra Suriye rejiminden bazı adımlar geldi.
Örneğin Hama’dan tankların çekildiği belirtiliyor. Bu arada aralarında Türklerin de bulunduğu bir grup gazetecinin Hama’ya gitmesine izin verildi. Davutoğlu’nun yine de ihtiyatlı bir dil kullanması dikkat çekiyor. Zira tanklar çekilmiş olsa da, ordunun hâlâ kentte bekletildiği belirtiliyor.
Davutoğlu’nun ziyaretinde ne oldu?
Bu arada, bazıları Türk sınırına yakın olan diğer kentlerdeki askeri operasyonların sürüdüğü belirtiliyor. Davutoğlu’nun ısrarla vurguladığı bir husus bu nedenle büyük önem kazanıyor. O da Suriye’nin topraklarını uluslararası medyaya açması ve açık tutmasıdır.
Nuray Mert okunması gereken önemli polemik yazarlarımızdandır. “İran konusunda gözler açılıyor” başlıklı son yazımızla kendisinin “isyan damarına” fena basmışız. O kadar ki, özgün üslubuyla, beni “sakil” şeyler yazmakla suçlamış.
Sert de olsa eleştiri, fikirlerimizi açıkça beyan ettiğimiz mesleğimizin bir parçasıdır. Kendisi de zaten sert eleştirilere fazlasıyla maruz kalmış ve kalmaya devam eden bir yazardır. Aldığım mesajlar ise Mert’i kızdıran o yazım hakkında hem kendisi gibi düşünenlerin, hem bana katılanların olduğunu gösteriyor. Normal olanı da budur.
O yazım, Zaman gazetesi yazarı Bülent Keneş’in “Suriye’de Yaşanan Katliamlarda İran’ın Rolü” adlı hemfikir olduğum analizi üzerine kuruluydu. Mert bölgemizde Şii-Sünni ayrışması yaşandığına dair fikre karşı çıkıyor. Tabii bu konuda sadece bizi değil, Ortadoğu’daki çok sayıda yorumcu ve akademisyeni da ikna etmesi gerekiyor.
Mert’e göre, Suriye-İran ittifakının temelindeyse “mezhep” dayanışmasından çok, “siyasi çıkar” yatıyor. Tarihi perspektiften bakınca bunda doğruluk payı var tabii. Ancak bölgedeki son gelişmelerle körüklenen işin mezhep boyutunu bence fazla azımsıyor.
Benim gibi düşünenleri meseleye “dini bir
Türkiye’de, özellikle dindar kesimlerde, var olan sabit fikre göre ABD ve İsrail ile mücadele eden her ülke iyidir. Bunların başında da, doğal olarak, İran gelir. Siz bazı gerçeklere istediğiniz kadar işaret edin, bu sabit düşünceyi yıkmak mümkün değildir.
En azından “Arap Baharı”nın patlak vermesine kadar değildi.
Halkımızın “mütedeyyin” kesiminin de artık, özellikle Suriye’deki gelişmeler ışığında, “İran gerçeğini” daha iyi kavramaya başladığını görüyoruz. Bunun son günlerdeki en belirgin örneğini, Zaman gazetesi yazarı ve İngilizce olarak çıkan “Today‘s Zaman” gazetesinin Genel Yayın Yönetmeni Bülent Keneş verdi.
Suriye’de İran rolü
Keneş, Cumartesi günü çıkan ve “Suriye’de Yaşanan Katliamlarda İran’ın Rolü” başlığını taşıyan yazısında, bizim geçmişte anlatmaya çalıştığımız Iran ile ilgili kimi gerçekleri tarihi perspektif içinde ortaya dökmüş.
Tahran ile Şam arasında 32 yıldır devam eden stratejik ilişkiye işaret eden Keneş, bir tarafta “İslamcılık” ideolojisine dayalı bir rejim, diğer taraftaysa “sosyalizm” ve “Arap milliyetçiliği” güden ve İslam’dan pek hazzetmeyen bir rejim olmasına rağmen, bu ilişkinin hiç bozulmadığını vurgulamış.
Kürt sorununa çare ararken 30 yıl boyunca ayrılıkçı IRA terörü ile boğuşan İngiltere’nin bu işin üstesinden nasıl geldiğine daha yakından bakmaya başladık. Hasan Cemal’in yerinde yaptığı araştırma bu açıdan önemlidir. Hükümetin de konuyla ilgilendiğine dair haberler çıktı.
O çalkantılı dönemde 10 yılını İrlanda’da geçirmiş biri olarak IRA sorununun çözümünün hiç de kolay olmadığını söyleyebiliriz. Sonda yapılanlar başta yapılabilseydi binlerce ölüm önlenebilirdi. Ancak gerçekçi seçeneklerin ele alınması için kanın 30 yıl boyunca akması gerekti.
İngiltere’nin IRA terörünün üstesinden nasıl geldiğini anlamak için, Tony Blair’in iktidara geldiği 1997 yılında ilk işe koyulduğu ve 1999 yılında yürürlüğe giren “Kutsal Cuma Anlaşması” ile sonuçlanan sürecin bazı özelliklerini anlamak gerekiyor.
Her şeyden önce İngiliz hükümeti cesur bir kararla, örgütün siyasi kolu sayılan Sinn Fein partisi yoluyla IRA ile müzakerelere girdi. Bunun bizdeki karşıtı BDP aracılığıyla PKK ile müzakeredir.
IRA terörüne binlerce kurban veren Kuzey İrlanda ve İngiltere’de bu çok zor hazmedildi. Ancak Katolik IRA’nın, sadece teröre son vermesi değil, aynı zamanda silahlarını da teslim etmeye razı
Beşar Esad’ın reformlarla ülkesinde normalleşmeyi sağlayabileceğine hâlâ inanan varsa boşuna bekliyor. Esad’ın “muhaliflerle diyaloga girme” ve “partilere izin verme” vaatlerinin “zamana karşı oynama taktikleri” olduğu Hama’da yaşanan son vahşet sayesinde ayyuka çıktı. Öte yandan Ankara’nın Esad rejimine karşı sabrının tükendiği de ortada.
Tam ramazana girilirken Hama’da gerçekleştirilen katliam üzerine açıklama yapan Cumhurbaşkanı Gül, bu gelişmenin “kabul edilebilecek ve sessiz kalınabilecek bir gelişme olmadığını” belirtti. “İletişim çağında herkesin gözü önünde cereyan eden bu şiddete karşı tepkisiz kalmak mümkün değildir” diye konuştu.
Dışişleri Bakanı Davutoğlu da benzeri bir açıklamada bulunarak, “reformları beklerken ramazana büyük can kayıplarıyla giriliyor olması kabul edilemez” dedi ve Hama’daki katliamı “kınadı.” Davutoğlu, “önümüzdeki dönemde bir an önce operasyonların son bulması ve Suriye’ye barışın egemen olması hepimizin dileğidir” diye konuştu.
Ancak temel sorun burada düğümleniyor. Gül ve Davutoğlu’da dahil olmak üzere, Ankara’da, Suriye’deki operasyonların bir an evvel son bulacağına ve Esad rejiminin bu saatten sonra reformlarla ortamı
Genelkurmay Başkanı Işık Koşaner ile 3 kuvvet komutanının emekliliklerini isteyerek görevden ayrılmaları dışarıda da bir hayli dikkat çekti. Haberin yabancı ajanslar tarafından duyurulması üzerine bizi yurt dışından telaş içinde arayıp, “Beklenen ancak bir türlü gelmeyen darbe bu mu?” diye soranlar dahi çıktı.
Açıkçası medyamızda estirilen “Ankara’da deprem” havası da bu sorulara neden oldu. Olanları elbette ki küçümsemek istemiyoruz. Sonuçta Cumhuriyet tarihimizde bir ilk yaşandı. Ancak bir “deprem” yaşandıysa bunun sadece belli kesimler için geçerli olduğunu, ülke genelinde “tank sesleriyle uyanmak” gibi bir beklentinin olmadığını da gördük.
Hükümetin atik davranarak TSK’de, üstelik YAŞ öncesinde, otorite boşluğu doğmasını engellemesi de, ister beğenelim, ister beğenmeyelim, karnesine bir artı olarak geçti.
Bazı beklentilerin aksine, sivil otorite böylece direksiyonun başında olduğunu, aracın da yoldan çıkmayacağını göstermek suretiyle içeriye ve dışarıya güven telkin eden bir mesaj göndermiş oldu.
Sadece Batı’da değil
Hal böyle olunca biz de meraklı yabancılara, “eskiden muhtıra verip ‘geliyoruz’ diyen askerler, şimdi emeklilik dilekçesi verip ‘gidiyoruz’
Anders Breivik adlı aşırı sağcı Norveçlinin kanlı eylemi Türkiye dâhil İslam âleminin genelinde neredeyse bir “oh olsun” furyası estiriyor. Başbakan Erdoğan bile Bakû dönüşünde uçakta gazetecilerle konuşurken, “Hıristiyan dünyasının bu olaydan dersler çıkarması gerektiğini” belirtip, “Kimse Hıristiyani terör demiyor” diye sitem etmiş.
“Hıristiyan dünyasını” bilemiyoruz, ancak istatistiklere göre dindarlığın giderek azaldığı “Post Hıristiyan Avrupa”sının bu olaydan çıkaracağı çok sayıda ders olduğu malum.
Bunların başındaysa farklı etnisite, din ve kültürden olanlara karşı hoşgörüsüzlük, bununla bağlantılı nefret söylemi ve kültürel üstünlükçülükle ilgili derslerin geldiği de açık.
Nefret söylemi ve dersler
Çıkarılacak bu derslerle kıtadaki Müslümanların hayatları kolaylaşacak mı, yoksa daha da zorlaştıracak mı bunu da göreceğiz. Ancak burada üzerinde durmak istediğimiz şey farklı. İslam dünyasının da İslamiyet adına işlenen terör saldırılarından ve kendi içindeki hoşgörüsüzlükle nefret söyleminden hangi dersleri çıkardığını sorgulamak istiyoruz.
Yoksa iki yanlıştan bir doğru elde edilirmiş gibi, “Gördünüz mü, onların arasından da çıktı” diye konuşmanın fazla bir
Norveç’teki saldırının yerli bir aşırı milliyetçi ve Hıristiyan köktendinci tarafından gerçekleştirildiğinin ortaya çıkmasıyla Avrupa ve Amerika’da milyonlarca Müslüman’ın rahat bir nefes almaları zamanımızın hazin bir göstergesidir. Normal şartlarda aralarında çocuk denecek yaşta bu kadar insanın öldürülmesi herkesi üzüp infiale sevk etmeliydi. Fakat ne yazık ki normal zamanlarda yaşamıyoruz.
Onun için Batı’da yaşayan milyonlarca Müslüman’ın ilk tepkisi derin bir nefes almak oldu. Zira bu saldırının arkasında radikal bir İslami gurup veya kişi olsaydı, İslamofobi nedeniyle Müslümanların zaten zor şartlarda sürdürdükleri hayatlarının daha da sıkıntıya sokulacağını tahmin etmek güç değildi.
Bu nedenle bu insanların ilk güdüsel tepkilerinin rahatlama olması anlaşılmayacak bir durum değil. Öte yandan Batı’da ilk etapta bu saldırının arkasında İslam adına hareket eden bir kişi veya örgüt olduğunun varsayılmasını da -nesnel olacaksak- normal saymalıyız.
Saldırılar artar mı?
Ne de olsa Oslo’da başbakanlık binası önünde patlatılan bomba İstanbul, Madrid ve Londra’daki bombalı saldırıların izlerini taşıyordu. Bu patlamayı takip eden Utöya Adası’ndaki silahlı saldırı ise