Nuray Mert okunması gereken önemli polemik yazarlarımızdandır. “İran konusunda gözler açılıyor” başlıklı son yazımızla kendisinin “isyan damarına” fena basmışız. O kadar ki, özgün üslubuyla, beni “sakil” şeyler yazmakla suçlamış.
Sert de olsa eleştiri, fikirlerimizi açıkça beyan ettiğimiz mesleğimizin bir parçasıdır. Kendisi de zaten sert eleştirilere fazlasıyla maruz kalmış ve kalmaya devam eden bir yazardır. Aldığım mesajlar ise Mert’i kızdıran o yazım hakkında hem kendisi gibi düşünenlerin, hem bana katılanların olduğunu gösteriyor. Normal olanı da budur.
O yazım, Zaman gazetesi yazarı Bülent Keneş’in “Suriye’de Yaşanan Katliamlarda İran’ın Rolü” adlı hemfikir olduğum analizi üzerine kuruluydu. Mert bölgemizde Şii-Sünni ayrışması yaşandığına dair fikre karşı çıkıyor. Tabii bu konuda sadece bizi değil, Ortadoğu’daki çok sayıda yorumcu ve akademisyeni da ikna etmesi gerekiyor.
Mert’e göre, Suriye-İran ittifakının temelindeyse “mezhep” dayanışmasından çok, “siyasi çıkar” yatıyor. Tarihi perspektiften bakınca bunda doğruluk payı var tabii. Ancak bölgedeki son gelişmelerle körüklenen işin mezhep boyutunu bence fazla azımsıyor.
Benim gibi düşünenleri meseleye “dini bir kılıf” uydurmakla suçlamasına rağmen, bugün bir yandan İran’ın, diğer yandan da Suudi Arabistan’ın başını çektiği zıt dinamiklerin temelinde yatan ana faktör üzerinde durma ihtiyacını duymuyor.
Olanı ise kendisine göre şu şekilde açıklıyor:
“Türkiye’nin içinde bulunduğu Batı ittifakı ile Suriye-İran cephesi, Davutoğlu’nun ‘hayalci dış politika’ diye eleştiri hedefi yapılan tüm çabalarına rağmen kaçınılmaz olarak karşı karşıya gelecekti ve geldi.”
Haksızlık etmek istemem ama bu cümlede basit fakat klişeleşmiş bir “kötü Batı ittifakına karşı dik duran Doğulu ülkeler” yaklaşımı seziyor gibiyim. Ancak Mert, örneğin Suudi Arabistan’ın Bahreyn’e girmesinin ve son olarak Şam’daki büyükelçisini geri çekmesinin temel nedenlerine bakmıyor.
Keza, sıkı kontrol altındaki İran medyasının sadece Suudi Arabistan’a ve Bahreyn’e değil, aynı zamanda Türkiye’ye de ağır ithamlar yöneltmeye başlamasının nedenlerini ise hiç sorgulamıyor.
Yazımda Türkiye’nin İran ile ilişkilerini her şeye rağmen pragmatik nedenlerle sürdürmesi gerektiğine de işaret etmiştim. Mert bunu da ilginç bir yöne çekerek, “son günlerde İran’ın Kuzey Irak’ta yürüttüğü askeri operasyonun Türkiye’nin işine gelmesi, bu konuda uzlaşmaya gölge düşmemesi kaygısı olsa gerek” şeklinde yorumlamış.
Ardından da yazısını “Reel politika işte böyle bir şey; ilke, insani kaygı gözetmiyor ve çoğunlukla gerçeklerin üstünün örtülmesini gerektiriyor. İsyan ettiğim ve özetle söylemeye çalıştığım bu” diye bitirmiş.
Oysa, “İran ile pragmatik ilişkiler” derken, PJAK/PKK meselesinden çok enerji, ticaret, yatırım ve sınır istikrarının sürdürülmesi gibi “banal” görünen ancak Türkiye açısından artan önemi olan unsurları düşünmüştüm. Fakat önemli olan bu değil.
Önemli olan Mert’in “isyanı”dır. Buna aslında katılmamak mümkün değil. Ancak, ne yazık ki, “ilke ve insani kaygının gözetildiği ve gerçeklerin üstünün örtülmediği” bir dünyada yaşamıyoruz.” Aksine, iç ve dış gerçeklerin çıkarlara göre şekillendiği ve bu yüzden “reel politikaların” zorunlu olarak geçerli olduğu bir dünya bu.
Bir de şunu eklemek isterim: Evet, “halkımızın mütedeyyin kesimi de artık İran gerçeğini daha iyi anlıyor.” Bunu söylemem Mert’e göre “sakil” kaçmış olsa da, medya taraması yapıp dün ile bugün arasında karşılaştırmalı bir araştırma yapan herkes ne demek istediğimi görür.
Kaldı ki, Türkiye’de sadece “mütedeyyin” kesimin değil, her kesimin bazı ülke ve dünya gerçeklerini daha iyi kavramaya başladığı bir dönemden geçiyoruz. Fakat şurası kesin ki, elimde olsa Nuray Mert’in hayal ettiği dünyayı her zaman tercih ederim.