Türkiye’de “Erdoğan KKTC’yi fethetti” manşetleri atıldı ama Kıbrıs Türk basınında yazılanlardan çıkan görüntü aksine işaret ediyor. Bu ziyaretin Kıbrıslı Türklerde bıraktığı en kötü izlenim, Erdoğan’ın ziyaretiyle yaratmak istediği siyasi havayı gölgelememeleri için muhalif göstericilere karşı alınan tedbirler ve uygulanan polis şiddeti olmuş.
Ziyaretle ilgili görüşleri için sütunumu bugün - sözlerini özetleyerek - seslerini Türkiye’ye duyuramayan Kıbrıslı Türk meslektaşlarıma bırakıyorum:
Aysu Basri Akter - Yeni Düzen:
Erdoğan, Başbakanlığı döneminde birçok kritik eşikte geldi Kıbrıs’a. Ancak ilk kez, profesyonel bir reklam kampanyası ve geniş güvenlik önlemleriyle dikkat çekti. Tam bir gövde gösterisi yaptı! Ziyaret sırasında aleyhine açılan hiçbir pankarta izin verilmedi, bunun karşılığı ilk kez karşılaşılan derecede bir şiddetle gösterildi.
Erdoğan gittiği her yerde... eylem yapan ya da uygulanan mali protokole tepki gösterenleri neredeyse vatan haini ilan etti. “Marjinal gruplardır” dedi ve muhatap kabul etmediğini söyledi. Namık Kemal Meydanı’nda toplanan kalabalığı muhatap kabul ettiğini söyledi! ... Erdoğan’ı referandum sürecinde taşıyan bu grup değil, o
Başbakan Erdoğan’ın Kıbrıs bağlamında AB’ye yönelttiği sert ifadelere, Yunanistan’ı saymazsak, Avrupa’dan açık ve belirgin bir resmi tepki gelmedi. Bu Erdoğan’ın, “AB Kıbrıs için hesap verecek” veya “Kıbrıs Cumhuriyeti diye bir yer yok” şeklindeki sözlerinin ciddiye alınmadığı anlamına gelmiyor.
Nitekim, konuştuğumuz AB diplomatları sözlerini esirgemediler. AB’nin Kıbrıs için çekeceği herhangi bir ceza olmadığını savunarak, “Kıbrıs Cumhuriyet’i diye bir yer var. Asıl KKTC yok. Kıbrıs’taki büyükelçiliklerin nerede mukim olduğunu bilen herkes bunu bilir” diye konuştular.
Gerçekten de “kardeş ve/veya dindaş” Özbekistan, Kazakistan, Bosna Hersek, Filistin, Pakistan, Lübnan, Afganistan, Mısır ile Yemen gibi ülkeler de dâhil olmak üzere, dünyanın tümü, “Kıbrıs Cumhuriyeti”ni tanıyor, KKTC’yi değil.
YANIT NET
AB diplomatlarının, Erdoğan’ın, Kıbrıs Rum yönetiminin dönem başkanlığı sırasında AB ile ilişkilerin dondurulacağı uyarısına yanıtları da netti. Kıbrıs sorunu o zamana kadar ister çözülsün, ister çözülmesin, “Kıbrıs Cumhuriyeti” dönem başkanlığının Ankara tarafından bu tür “ültimatomlarla” önlenmesinin mümkün olmadığını vurguladılar.
Türkiye’nin AB ile ilişkileri
Başbakan Erdoğan’ın KKTC ziyareti sırasında vereceği mesajlar çok önemli olacak. Her zaman yaptığı gibi kendisini hiddete ve sert söyleme teslim edecek olursa, adanın daha da bölünmesine yol açacaktır.
Buradaki “bölünmeden” de Türk-Rum bölünmesini kastetmiyoruz. Kuzey Kıbrıs’ta yapılan ve AKP aleyhtarı sloganların atıldığı gösterilerden sonra iyice ayyuka çıkan Türkiyeli-Kıbrıslı Türk ayrışmasından söz ediyoruz.
Konuyu, “Hepimiz Türk değil miyiz? O zaman sorun ne?” diye basite indirgemek de yanlış. Kuzey Kıbrıs’a yerleşmiş olan Türkiyeliler açısından ha KKTC’de yaşamışlar, ha Adana’da, fazla bir şey fark etmiyor. Psikolojik olarak Kuzey Kıbrıs’ı Türkiye’nin bir uzantısı olarak görüyorlar.
Endişe hakim
Genel davranış şekilleri ve adetleri de adaya değil, Anadolu’ya has. Özetle, KKTC sosyal, siyasi ve ekonomik açıdan ne kadar Türkiye’ye benzerse, yani ne kadar “asimile” olursa, onlar için o kadar iyi oluyor. Fakat aynı şey Kıbrıslı Türkler için geçerli değil.
Onların kendilerine has dünya görüşleri, örf ve adetleri var. Birçoğunun akrabalık bağları yoluyla bir ayakları Batı’da olduğu için Anadolu’dan gelen insanlara göre daha “kozmopolit” beklentileri var. Bu
İsrailli sağcı ve dincilerin hoşuna gitmeyebilir ancak, Türkiye ile İsrail arasındaki ilişkilerin kopma noktasında seyretmesinin -özellikle de Ortadoğu’daki dengelerin altüst olduğu bir sırada- stratejik açıdan faydadan çok zarar getirdiğini İsrail ordusu da anlamış görünüyor. İsrail basınında çıkan haberler buna işaret ediyor.
Yazdıkları genelde doğru çıkan Haaretz gazetesinin konuyla ilgili son haberine göre, İsrail ordusu -Dışişleri Bakanı Liebermann’ın popülizm kokan “ulusal onurumuz zedelenir” çıkışlarına rağmen- Mavi Marmara baskını için “yasal sorumluluk getirmeyecek şekilde” Türkiye’den özür dilenebileceğine inanıyormuş.
Türk Kızılayı’na izin
Hatta, asıl bu işin sürüncemede kalmasıyla operasyona katılan askerlerin terhis sonrasında uluslararası düzeyde yasal sorunlarla karşılaşmaları olasılığı artıyormuş. Özetle, yazılanlara bakılırsa, İsrailli komutanlar bu işin bir an evvel kapatılmasından yana gözüküyorlar. Savunma Bakanı Barak’ın açıklamalarından da bunu çıkarmak mümkün.
“Yasal sorumluluk” meselesine nesnel açıdan bakılırsa Türkiye taleplerini aslında açıkça ortaya koydu. Bunları her vesileyle tekrar da ediyor. Bu taleplerin başında Mavi Marmara baskını
İsrail’in Türkiye ile ilişkileri düzeltmek amacıyla giriştiği diplomatik taarruzun sonuç getireceğinden kuşku duyanlardanız. İsrail’e davet edilen ve davetin cazibesine kapılan bazı gazeteci dostlarımızın aksine, bu işin sanılandan zor olacağını başından beri söylüyoruz. Gelişmeler de sanki bunu doğruluyor.
BM Genel Sekreteri Ban Ki-moon tarafından Mavi Marmara olayını araştırmak için kurulan “Palmer Paneli”nden Ankara’nın istediği sonucun çıkmayacağını da hep söyleyenlerdeniz. Burada tekrarlıyoruz: Bu panelin yönergesi Türk kamuoyuna doğru aktarılmadı. Amacı hiçbir zaman “suçluyu” -ki Türkiye’ye göre bu İsrail’dir- bulmak değildi.
Amacı, Mavi Marmara olayına giden yoldaki kusurları iki taraf arasında paylaştırıp bu tür olayların bir daha olmaması için ve Türk-İsrail uzlaşması için önerilerde bulunmaktır. Uluslararası ajanslardan ve İsrail basınından şimdi öğrendiğimiz kadarıyla Ankara da zaten panelin bulgularını reddediyormuş.
Bu “bulguların” başında İsrail’in Gazze’ye uyguladığı ambargonun “yasal” olduğu görüşü geliyormuş ki, bunu söylediğiniz anda İsrail’i birçok sorumluluktan otomatik olarak kurtarmış oluyorsunuz. Öte yandan, yine yazılanlardan anladığımız kadarıyla,
Türkiye son altı ay zarfında Ortadoğu politikasında önemli düzeltmeler yaptı. Bu durum özellikle Libya konusunda görülüyor. Bu köklü değişim elbette ki zorunluluktan kaynaklandı. Sonuçta Ankara’nın evde yaptığı hesaplar çarşıya uymadı. Açıkça söylemek gerekiyorsa AKP hükümeti “Arap Baharı”nın nedenlerini ve seyrini ilk etapta doğru tahlil edemedi.
Sonuçta Türkiye, Batılı müttefikleri nezdinde olumsuz izlenimlere de yol açan bir şekilde, “NATO’nun Libya’da ne işi var” söyleminden, muhaliflerin bulunduğu Bingazi şehrinin Tahrir meydanında kalabalığa, “Ey Ömer Muhtar’ın çocukları” diye selam gönderen bir noktaya geldi.
Türkiye’nin, Bingazi’de bundan kısa bir süre önce “Kaddafi’ye arka çıkıyor ve NATO operasyonunu engelliyor” gerekçesiyle muhalifler tarafından protesto edilmesinden sonra bu noktaya gelmesi kuşkusuz önemli bir değişime işaret ediyor.
Ankara bu değişimle baskıcı rejimlerden ziyade halkların meşru demokratik talepleri yanında yer alacağını da göstermiş oluyor. Bunun emarelerini Ankara’nın yine son aylarda değişime uğrayan Suriye politikasında da görüyoruz.
Kahire ve Bingazi’yi yeni ziyaret eden Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun oralardaki söylemiyle, Başbakan
Dışişleri Bakanı Davutoğlu, Alman mevkidaşı Guido Westerwelle ile geçen hafta İstanbul’da düzenlediği basın toplantısında, hükümetin seçimler sonrasındaki en önemli gündem maddesinin AB ile ilişkiler olacağını söyledi. Davutoğlu, Türkiye’nin geleceğini Avrupa’da gördüğünü ve AB ile en kısa zamanda bütünleşme iradesine sahip olduğunu vurguladı.
Avrupa’nın Türkiye’ye dönük “çifte standartlarına” da işaret ederek Davutoğlu, Türkiye-AB ilişkilerinin “artık yeni bir stratejik bakış açısı gerektirdiğini” de söyledi. Bunun tam olarak ne anlama geldiğini söylemese de, biz bu ilişkilerin, üstelik AB’nin krizden krize koştuğu bir sırada, yeni bir anlayışa dayandırılması gerektiğine inananlardanız.
Ancak buna geçmeden önce işaret edilmesi gereken bir husus var. AB konusu ne seçimler öncesinde, ne seçim kampanyalarında, ne de seçimler sonrasında siyasetçilerle kamuoyunun gündemini fazla işgal etti. Bu yüzden Davutoğlu’nun bu sözleri dikkat çekiyor.
Biz şahsen “AB perspektifimiz” ile ilgili sözlerinden çok, Davutoğlu’nun, “Türkiye’nin geleceğini Avrupa’da gördüğüne” ilişkin sözlerini önemsedik. Bu AKP tarafından fazla vurgulanan bir husus değil. Tam aksine Başbakan Erdoğan konuyu
Suudi Arabistan ile İran arasındaki bölgesel rekabet Türkiye’de fazla ilgi çekmiyor. Ancak, bu rekabet bölgemizde Sünni-Şii çatışmasının arttığı şu sıralarda ülkemizi de ilgilendiren tehlikeli boyutlara doğru ilerlemeye başladı.
Bizde, Başbakan Erdoğan’ın da geçmişte katkıda bulunduğu, basit bir yaklaşım var. “Başta İsrail olmak üzere başkalarında nükleer silah varsa, İran’da niçin olmasın?” deniyor. Bu basit yaklaşıma göre meselenin bir ucunda İsrail ve destekçileri, diğer ucundaysa bölgenin Müslüman ülkeleri var.
İran’ın nükleer emelleri de bu çerçevede, “Müslüman dünyasının İsrail ve destekçilerine karşı yanıtı” oluyor. Oysa bölgemizde İran’ın nükleer silah elde etmesi olasılığına en az İsrail kadar karşı olan kilit bir Müslüman ülke var. O da Suudi Arabistan. Aslında konu yeni de değil.
Batı basını Tahran’ın nükleer silahlara sahip olması halinde Suudi Arabistan’ın da bu silahları elde etmek için elinden geleni yapacağını geçmişte yazdı, bugün de yazmaya devam ediyor. Ancak bu haber ve yorumlar bizde genelde, “Müslüman bir ülke üzerinden uluslararası ortamı İran aleyhinde bulandırma çabaları” olarak görüldü.
Suudi Arabistan’daki kurulu düzenin en kilit isimlerinden