Türkiye’de, özellikle dindar kesimlerde, var olan sabit fikre göre ABD ve İsrail ile mücadele eden her ülke iyidir. Bunların başında da, doğal olarak, İran gelir. Siz bazı gerçeklere istediğiniz kadar işaret edin, bu sabit düşünceyi yıkmak mümkün değildir.
En azından “Arap Baharı”nın patlak vermesine kadar değildi.
Halkımızın “mütedeyyin” kesiminin de artık, özellikle Suriye’deki gelişmeler ışığında, “İran gerçeğini” daha iyi kavramaya başladığını görüyoruz. Bunun son günlerdeki en belirgin örneğini, Zaman gazetesi yazarı ve İngilizce olarak çıkan “Today‘s Zaman” gazetesinin Genel Yayın Yönetmeni Bülent Keneş verdi.
Suriye’de İran rolü
Keneş, Cumartesi günü çıkan ve “Suriye’de Yaşanan Katliamlarda İran’ın Rolü” başlığını taşıyan yazısında, bizim geçmişte anlatmaya çalıştığımız Iran ile ilgili kimi gerçekleri tarihi perspektif içinde ortaya dökmüş.
Tahran ile Şam arasında 32 yıldır devam eden stratejik ilişkiye işaret eden Keneş, bir tarafta “İslamcılık” ideolojisine dayalı bir rejim, diğer taraftaysa “sosyalizm” ve “Arap milliyetçiliği” güden ve İslam’dan pek hazzetmeyen bir rejim olmasına rağmen, bu ilişkinin hiç bozulmadığını vurgulamış.
İran ve Suriye’nin uluslararası platformlarda birbirlerine hep güçlü destek verdiklerini de anımsatan Keneş, Hafız Esad rejiminin 1982’de Hama’da Müslüman muhalefete karşı giriştiği katliama Tahran’dan tek bir itirazın gelmediğine de işaret etmiş. Bunun temel nedenini ise şöyle açıklamış:
“İran’a hâkim olan Caferi Şiiliğe yakınlığıyla bilinen yüzde 7’lik bir Alevi/Nusayri azınlık tarafından yönetilen Suriye rejimini desteklemek, aslında İran’ın Şiici ideolojisinin bir gereği olarak öne çıkmaktadır.”
Keneş, İran’ın Yemen’den Lübnan’a uzanan coğrafyadaki Şiiler sayesinde, Hint Okyanusu’ndan Basra Körfezi’ne, Doğu Akdeniz’den Hazar Denizi’ne uzanan stratejik coğrafyadaki gelişmelere yön verecek bir etkinliğe ulaştığını kaydetmiş.
Ancak, Tahran’ın çıkarları uğruna “iki yüzlü politikalar” gütmekten kaçınmadığını da belirtmiş. Bu çerçevede, “Azerbaycan-Ermenistan sorununda çoğu mezhepdaşı olan Azerilerden yana tavır almak yerine örtülü ya da açık şekilde hep Azeri topraklarını işgal altında tutan Ermenistan’dan yana tavır almasına” işaret etmiş.
Keneş Tahran’ın, 1979 Devrimi’ne “İran İslam Devrimi” adını vermesine ve bu devrimi “İslam” adına yaptığını savunmasına rağmen, bugün de aynı tavrı “katliamcı Suriye rejimine kol kanat germek suretiyle” göstermekte olduğunu vurgulamış.
Yazısındaki “tarihsel arka plan” için Keneş’in analizinin bütünlüklü olarak okunmasını salık veririz. Biz ise burada elbette ki İran ile ilişkileri bozalım demiyoruz. Türkiye’nin içinde bulunduğu coğrafya, iktidarda kim olursa olsun, Ankara’ya pragmatik bir dış politika gütme zorunluluğunu yüklemektedir.
Türkiye’nin “reel politika” adına dikkatle idare edilmesi gereken bir “İran realitesi” ise her zaman olacaktır. Ancak, AKP’nin bölge dinamiklerini yeterince hesaba katmayan idealist dış politikası özellikle Suriye’deki gelişmelerle çökmüştür. Başbakan Erdoğan’ın Beşar el Esad ile geliştirmeye çalıştığı “kardeşlik bağları” da Suriye’deki katliamlar nedeniyle çökmek üzeredir.
Türkiye-İran: Mümkün mü?
Bugün Türkiye, bir yandan Bahreyn’de Suudi Arabistan’ın desteği ile çoğunluk Şiilere akıl almaz zulmün yaşatıldığı, diğer yandan da Suriye’de İran’ın maddi ve manevi desteği ile çoğunluk Sünnilere karşı katliamların yapıldığı - yani Müslüman’ın, ramazan falan dinlemeden, Müslüman’ı kestiği - acı Ortadoğu gerçekleri ile karşı karşıyadır.
Arka planda büyüyen Şii/Alevi-Sünni çatışması ise Ankara açısından ayrı bir endişe kaynağıdır. Bu genel görüntü karşısında Türkiye ile İran’ın uzun vadeli stratejik çıkarlarının örtüşmesinin mümkün olmadığını artık görmemiz gerekiyor.
Hal böyle iken aramızda - İsrail’i kastederek - düşünmeden “başkalarında varsa onlarda neden olmasın” diyenlerin, İran’ın nükleer silahlara sahip olması olasılığının Türkiye açısından ne anlama geleceğini de ayriyeten çok iyi tahlil etmeleri gerekiyor.