Avusturya’nın eski dışişleri bakanı Ursula Plassnik, AGİT Genel Sekreterliği adaylığının Türkiye tarafından veto edilmesini kolay hazmedemiyor. En azından son dönemde basına verdiği demeçler bunu gösteriyor. Böyle yapmakla da “Avrupalıdan” çok “muhteris bir Şarklı” gibi davranıyor.
Basınımızda yer alan çevirilerine bakılacak olursa Plassnik’in bu demeçlerindeki tonu, geçmişte Türkiye’nin AB üyeliğine karşı çıkmış olmasından kaynaklanan bir pişmanlık da yansıtmıyor. Lafı, “isteseydim Türkiye’nin önünü tümüyle tıkardım ama sonunda yapmadım” demeye getirerek, Ankara sayesinde kaybettiği siyasi zemini tekrar kazanmaya çalışıyor.
Plassnik Avusturya’nın Tages-Anzeiger gazetesine verdiği demecinde de bu “haleti ruhiye-yi” açıkça yansıtmış. Hürriyet gazetesinden Zeynel Lüle’nin bildirdiğine göre söz konusu mülakatında “Türkiye’yi veto etseydim halk kahramanı olurdum” diyerek şunları eklemiş:
“Türkiye’nin AGİT adaylığıma karşı çıkması, AB’ye yönelik hayal kırıklığından kaynaklanıyor olabilir. Belki de kendinden giderek daha emin hale gelen bir bölgesel gücün, güç gösterisidir.”
Aslında Türkiye’nin yaptığı bir güç gösterisi değil, Plassnik’in AB üyeliğimiz konusunda takındığı
İsrail medyasında Türkiye hakkında haberler ve vahim iddialar havada uçuşuyor. Bunların bazılarını kendi medyamızda göremiyoruz. Ülkenin saygın fakat sağcı kesimin “nefret objesi” olan sol eğilimli Haaretz gazetesine göre, Ankara Türk sınırına yaklaşan Suriye birlikleri ile sıcak çatışma olasılığını masaya yatırıyormuş.
“Üst düzey bir Türk kaynağına” dayandırılan habere göre temel endişe Beşar el Esad’a bağlı askerlerin Türkiye’ye sığınan Suriyelilerin kamplarına ateş açmalarıymış. Dün çıkan bu haber Türkiye’yi yakından tanıyan ve Ankara’daki yetkililerce bilinen Zvi Barel tarafından kaleme alındığı için, söylenenleri göz ardı etmek mümkün değil.
Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun, Türk sınırına dayanan Suriyeli askerler nedeniyle Suriyeli mevkidaşı Velid Muallim’e “kaygılarını ilettiğini” kendi basınımızdan biliyoruz. Haartez’e göre Davutoğlu sadece kaygı iletmemiş, Suriye askerlerinin sınır bölgesinden çekilmesini de talep etmiş.
Türkiye ile Suriye arasında çatışma olasılığını, bundan birkaç gün önce ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton da dile getirmişti. Birçok kişi bunu “ABD ortamı kızıştırıyor” şeklinde yorumladıysa da, yaşanan gelişmeler ışığında TSK’nın bu
İsrail’in Türkiye ile ilişkileri geliştirmek için diplomatik taarruza geçtiğini görüyoruz. Önce iki ülke, diplomatlarının bu amaçla gizli görüşmeler yaptıklarını basına, dolayısıyla Türk ve dünya basınına sızdırdı. Ardından, aralarında gazetemizin genç muhabirlerinden Burcu Ünal’ın da dahil olduğu bir grup Türk gazeteciyi davet ederek, iki ülke arasındaki ilişkilerin düzelmesinin niçin zorunlu olduğunu anlatmaya çalıştı.
Ankara’da hükümet kanadı ise suskunluğunu büyük ölçüde koruyor. Hükümete yakın çevreler, “Mavi Marmara için özür dileyip tazminat ödesinler ilişkiler düzene girer” söylemini sürdürüyorlar. Mavi Marmara’nın ikinci Gazze filosuna katılmayacak olmasının ise, bölgedeki genel tansiyonun daha da arttırılmaması çerçevesinde değerlendirilmesi gerektiğini belirtiyorlar.
Özür ve tazminat formülü
Bu arada, İsrail’in diplomatik taarruzunun “Ortadoğu’daki mevcut konjonktür çerçevesinde hangi ülkenin ilişkilerin düzelmesine daha fazla ihtiyacı olduğunu ortaya koyduğunu” belirtenler de var. Ancak Ankara’da İsrail ile ilişkilerin bir an evvel düzeltilmesi gerektiğine inanan yetkili çevreler de yok değil.
Daha çok Dışişleri odaklı bu çevreler İsrail ile bir “özür ve
Yapılan bazı yoklamalar Türklerin hâlâ AB üyeliğini desteklediğini gösterse de, bu konudaki inançsızlık artık konuyla en yakından ilgilenen yetkililerimize de sirayet etmeye başladı. Türkiye’nin AB Daimi Temsilcisi Büyükelçi Selim Kuneralp’in EuObserver.com sitesine verdiği ve gazetemizin dün birinci sayfasından haberini duyurduğu demeci bunun son göstergesi.
Kuneralp’in sözlerine geçmeden, Başbakan Erdoğan’ın seçim zaferini kutladığı balkon konuşması sırasında AB konusuna bir kez dahi değinmediğini de hatırlamakta yarar var. Özetle, Türkiye’nin üyelik perspektifinin kilit AB üyeleri tarafından bloke edildiği ve üyelik müzakerelerinin ciddi bir duraklama noktasına yaklaştığı bir sırada, AB konusunun Türklerin “radarında” ciddi bir yer tuttuğunu söylemek güç.
Gerçek üstü ortamın etkisi
İşin ilginç yanı ise, geçen hafta Brüksel’de konuşmacı olarak katıldığımız bir toplantı sırasında da gördüğümüz gibi, AB’nin hâlâ Türkiye üzerinde bir baskı aracı olduğuna inanan Avrupa Parlamentosu (AP) üyelerinin olmasıdır. Fransa, “tam üyeliğe götürür” korkusuyla, beş temel müzakere faslını bloke etmişken bir AP üyesinin kalkıp “Kıbrıs’ta şunu, bunu yapmazsanız AB üyeliğini rüyanızda
Mavi Marmara’nın Gazze’deki İsrail ablukasını zorlamak amacıyla yakında yola çıkması beklenen uluslararası filoya dahil olmayacağına dair haberlerde bir sürpriz yok. Olay şimdi “teknik gerekçelerle” açıklanmaya çalışılıyor ama işin içinde çok farklı nedenlerin olduğuna inananlardanız.
Bir şey vurgulanarak inkâr ediliyorsa, o zaman ortada bazı gerçeklerin olduğunu çıkarabiliriz. İHH yetkilileri, Mavi Marmara’nın filoya katılmayacak olmasında hükümetin bir baskısı olmadığını ısrarla söylüyorlar. Biz ise aksini düşünüyoruz.
Ancak, “baskı yapıp gemiyi engelledi” şeklindeki görüntü, hükümetin de işine gelmiyor. Zira, “O zaman dokuz Türk’ün ölümüyle sonuçlanan ilk filo niçin durdurulmadı?” sorusu akla gelecektir.
İşin içinde bir de “Fethullah Gülen” boyutu var. Gülen, Mavi Marmara’nın geçen yıl Gazze ablukasını kırma girişimini onaylamadığını açıkça belli etmişti. İslami çevrelerde bu hususun üzerinde nedense fazla durulmuyor.
Biz geçen yılki Mavi Marmara krizi sırasında Antalya’da Konrad Adenauer Vakfı tarafından düzenlenen yıllık Türk-Alman gazeteciler konferansındaydık. Aramızda AKP’yle organik bağı olan kişiler de vardı. Gülen’in açıklaması onlarda şok etkisi yaratmıştı.
Tarih ülkelere nadiren konjonktürel fırsatlar sağlar. Türkiye şu anda böyle bir fırsat yakalamış bulunuyor. Fakat biz Türklerin fırsatları heba etme alışkanlığımız da var. Kalkınmasını bu nedenle gereksiz yere geciktirmiş bir ülkeyiz.
Avrupa genelinde ve Yunanistan özelindeki krizi görüyoruz. İşler ne AB açısından ne de iflasın eşiğine gelmiş olan üye ülkeler açısından iyi değil. Düzelmesi de bugünden yarına olacak bir iş değil. Düzeldiğinde de şimdikinden farklı bir Avrupa ortaya çıkacak.
Son gelişmeler ışığında AB’nin istikrarlı üyeleri kendi içlerine kapanmaya, yani ekonomik, sosyal ve siyasi korumacılığa yönelmeye başladılar bile. Şu anda dahi birliğin birinci, ikinci ve üçüncü sınıf üyelerinden söz etmek mümkün.
Bu eğilimin önümüzdeki dönemde azalmak yerine artacağına dair sinyaller peş peşe geliyor. Bu gelişme siyasi istikrarını koruyabilip büyümesine devam eden bir Türkiye açısından yeni olanaklar sağlayacaktır.
Türkiye’yi yakından ilgilendiren Ortadoğu ve daha genel bir coğrafya açısından “İslam âlemine” bakacak olursak durum çok daha kötü. Suriye, Yemen ve Libya’daki yangınların ne zaman söneceği belli değil. Bu ülkelerde işler iyiye değil daha da kötüye
Türkiye seçim sonuçlarına kitlendi ancak bölgedeki tehlikeli gelişmelerin hızında bir azalma yok. Yeni AKP hükümetinin önünde Suriye konusunda, fakat İran’ı da içine çeken daha geniş yansımaların da görülmeye başlandığı, zorlu bir sınav olacak.
Başbakan Erdoğan seçim öncesi demeçlerinde Şam ile ilişkilerin eskisi gibi devam edemeyeceği sinyallerini zaten verdi. Balkon konuşmasında da bölgeye dönük vurgusu “adalet” oldu. Bu da Ankara’nın Şam konusunda sürdürmeye çalıştığı fakat sonuç getirmeyen “denge” politikasının yeniden şekilleneceğini gösteriyor.
Bunu gören Esad rejimi de şimdiden karşı hamlelerine başladı. Şam’daki büyükelçiliğimiz önünde, sayıları iki bin kadar olduğu belirtilen Esad yanlılarının birkaç gün önce gerçekleştirdiği Türkiye aleyhtarı gösterinin, bir polis devletinde yönetimden habersiz yapılabileceğini düşünmek saflık olur.
AKP’ye yakın çevrelerden de zaten, Şam ile ilişkilerin, bundan sadece birkaç ay önce Asi Nehri’nde “Dostluk Barajı”nın temelini atmak üzere gerçekleşen Erdoğan-Esad görüşmesinden bu yana ekşidiğini biliyoruz. Erdoğan’ın, “yeni Hamalar istemiyoruz” diyerek, Suriye’ye peş peşe reform çağrılarında bulunmasının Esad rejimini
Bir seçimi daha geride bıraktık. Seçmen kararını verdi ve demokrasiye inanan herkesin sonuçlara saygılı olması gerekiyor. Sonuçlar hakkındaki siyasi, sosyal ve ekonomik analizler kuşkusuz günlerce sürecek. Ancak ilk etapta şu kadarını söyleyebiliriz:
AKP beklendiği gibi bu seçimlerden de güçlü çıktı. Aksinin olmasını bekleyen de zaten pek yoktu. Diğer partiler de belli ölçüde kazançlı çıktılar. Türkiye açısından önemli olan husus bu Meclis’te hemen hemen tüm eğilimin temsil edilecek olmasıdır. Bu nedenle Meclis ülkenin bir aynası olacaktır. Bu seçimlerin en önemli özelliklerinden biri kuşkusuz dışarıda da çok yakından izlenmesiydi. Bundan, sonuçların sadece Türkiye açısından değil, bölgemiz açısından da belirleyici olacağına dair bir uluslararası algının olduğunu çıkarmak zor değil. Öte yandan burada altının çizilmesi gereken bir husus var. Bu seçimler sadece Batı’da değil, Ortadoğu’da da çok yakından izlendi. Bölgede demokrasi mücadelesinin verildiği bir dönemde yapıldığı için, bu seçimler bölge insanı açısından bu işlerin nasıl yapıldığına dair çok önemli bir örnek ve ders de sağlamış oldu.
Öte yandan, Türkiye’nin bölgeye “örnek” olması beklendiği bir sırada, Başbakan