Arap Baharı”ndan doğan büyük beklentilere rağmen barış, demokrasi ve ekonomik kalkınmanın Ortadoğu’ya çok yakın bir tarihte geleceğine dair fazla emare yok. Hatta zaman geçtikçe ve toplumsal karışıklık arttıkça bu olasılık daha da zayıflıyor, zira kanatlarda sahneye sıçramak için fırsat kollayan aşırı uçlar var.
Londra’da yaşayan Iraklı doktor ve liberal yazar Abdülhalik Hüseyin, demokrasinin Ortadoğu’ya gelmesini zorlaştıran faktörleri web sitesinde (www.abdulkhaliqhussein.nl) şöyle sıralıyor:
“Arap ülkeleri demokratik gelenekler açısından fukara durumdalar. Sivil toplum örgütlerinin yokluğu, yolsuzluğun yaygınlığı, hükümette kayırmacılık, siyasi İslam, nüfus patlaması, ekonomik kriz ve işsizlik ile mezhep ve aşiret düzeyindeki bölünmeler, despotizmden demokrasiye geçişi zorlaştıracak olan ana faktörlerdir.”
Diktatörlere karşı halk ayaklanmalarının dünyada yarattığı heyecana rağmen Hüseyin’in tespitine katılmamak elde değil. Bu arada, özellikle Mısır siyasetinde varlıklarını henüz hissettirmemiş olan aşırı İslami kanadın temsilcileri, gerçek niyetleri hakkında bazı kaygı verici ipuçları vermeye başladılar bile.
Amerika’daki İslami Araştırmalar Merkezi’nin
Anadolu Ajansı’na konuşan Cumhurbaşkanı Gül, Suriye’deki gelişmeler karşısında duyduğu hayal kırıklığını açıkça ortaya koydu. Gül, Türkiye’nin son yıllarda en çok siyasi yatırımını bu ülkeye yaptığını vurgulayarak şunları söyledi:
“Türkiye olarak bu konuda çok çalıştık. Sayın bakanlar, Sayın Başbakan, ben, kamuoyunun bildiği veya bilmediği çok katkılar sağladık. Düşüncelerimizi çok açık bir şekilde paylaştık ve en sonunda Dışişleri Bakanımız Suriye’ye gittiğinde, mesajlarımızı, ‘artık günah bizden gitti’ dercesine gayet açık ve dürüst bir şekilde bir kez daha paylaştık.”
Suriye’deki olayları günlük olarak takip ettiğini de belirten Gül, “Kaç kişi ölüyor, kaç kişi yaralanıyor, çok detaylı istihbarat raporları geliyor” dedikten sonra, “Açıkçası her şeyin çok az ve çok geç olduğu bir safhaya geldiğini görüyorum. Bizim güvenimiz kaybolmuş vaziyette” diye konuştu.
Özetle devletin en üst kademesinde, Beşar el Esad’ın bu işin içinden demokratik yollardan çıkabileceğine dair ne umut, ne de beklenti kalmış. Esad’a gelince, o da Suriye televizyonuna kısa bir süre önce verdiği demeçte, “Türkiye’nin Suriye konusundaki niyetlerinin ne olduğunu bilmediklerini” söylemişti.
Tam
İç ve dış gündem o kadar dolu ki Kıbrıs’a ayıracak zaman bulamıyoruz. Oysa o cenahta Ankara’nın başını ağrıtacak gelişmeler yaşanıyor. Bu kez sorun Rum kesiminin yakında Kıbrıs’ın Batı’sında doğalgaz aramaya başlayacak olması. Türkiye buna sert cevabını vermiş durumda.
Ankara, her şeyden önce, uluslararası hukuk gereğince, Akdeniz ülkeleri arasındaki ekonomik ilgi alanlarının saptanması gerektiğini belirtiyor. Ayrıca bölgedeki hidrokarbon rezervlerinde Kıbrıslı Türklerin de haklarının olduğunu, bunun göz ardı edilemeyeceğini vurguluyor. Rum kesiminin buna rağmen aramalara başlaması halinde “gereken yanıtı alacağını” belirtiyor.
Bu yanıtın ne olacağı ise kesin değil. Kimilerine göre Türkiye, Ege’de olduğu gibi, bu konuyu da “casus belli” yani “savaş nedeni” ilan edecek. Başkalarına göre eylül ortasında bölgede başlatacağı askeri manevralarla aramayı yürüten şirketi caydırmaya çalışacak. Bu arada, Türkiye’nin aslında hiçbir şey yapamayacağını savunanlar da var.
Rum kesimi ise hesaplarını Türkiye’nin sert, hatta askeri tepki göstereceği varsayımına oturtmuş durumda. Bunun için Ankara aleyhinde bir uluslararası koalisyon oluşturmaya çalışıyor. Diplomatik zemin de kazanmaya
Libya’da Kaddafi döneminin beklenen fakat zaman alan sonu geldi çattı. Ancak ihtiyatı elden bırakıp o ülkede “mutlu son”a erişildiğini söylemek için de henüz erken. Zira bu noktadan sonra Libya’yı oluşturan güçler arasında bir iktidar mücadelesinin başlayıp başlamayacağı daha kesin değil.
Dün Bingazi’yi ziyaret eden Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun, Libyalılara, intikam zamanı olmadığı öğüdünde bulunup, ülkenin birliğini korumalarını telkin etmesini de bu çerçevede görmek gerekiyor. Bu arada uluslararası camiada Libya konusunda büyük bir diplomatik hareketlilik yaşanıyor ki Türkiye de buna dahil.
Bu çerçevede Batı, Libya’da yeni iç karışıklıklara izin verilmeden demokrasiye en kısa zamanda geçilmesi için ağırlığını kullanacaktır. Türkiye’nin de bu sürece dahil olacağını Davutoğlu’nun açıklamalarından görüyoruz. Batı’nın itibarının, en azından Bingazi’deki geçici yönetim nezdinde, şu anda yüksek olduğu açık.
Kaddafi’ye karşı başından beri somut bir pozisyon takınarak NATO’nun müdahalesine yol açan dinamikleri harekete geçiren Fransa’nın bu açıdan özel bir konumda olduğu ise kesin. Türkiye dahil çeşitli ülkeler, çıkarlarına hizmet etmek amacıyla, Libya üzerindeki etkilerini
Dış politikada “sıfır sorun” hedefiyle yola çıkan AKP iktidarı, bugün eskisinden de sorunlu bir uluslararası ortam ile karşı karşıyadır. Bazı hallerdeyse eskiye oranla daha da gerilemiş durumdadır.
Başta usta bir dış politika ile ucuz atlatılan İkinci Dünya Savaşı badiresi olmak üzere, Türkiye’nin uluslararası ilişkilerdeki temel yaklaşımı her zaman “ihtiyat” prensibine dayanmıştır. Birinci Dünya Savaşı sonrasında imkansız görünen şartlarda kurulan Cumhuriyetimizin içinde bulunduğu zor coğrafya ise bunu zorunlu kılmıştır.
Türkiye’nin yetiştirdiği en önemli diplomatlardan biri olan eski dışişleri bakanlarından İlter Türkmen’in de çeşitli vesilelerle anımsattığı gibi, “sıfır sorun politikası” da aslında yeni değildi. Tek fark geçmişte bunun “iyi komşuluk politikası” olarak tanımlanmasıydı.
Yoksa, Ecevit hükümeti zamanında düzelen Yunanistan ile ilişkilerde görüldüğü gibi, şartlar el verdiği zaman Türkiye her zaman bu ilke üzerinden hareketle çevresinde bir barış kuşağı kurmaya çalışmıştır.
Orta ayar bir güç
“Sıfır sorun” politikasının temelindeki düşünce de budur. Ancak, ne kadar iyi niyetli bir yaklaşım olursa olsun, “konjonktür el vermediği için,” etrafından
İsrail’in Mavi Marmara saldırısında öldürdüğü dokuz Türk için özür dilemeyi reddetmesi halinde, bunu o ülkeyi yöneten aşırı milliyetçi ve radikal dincilerden oluşan hükümet tarafından alınmış stratejik bir karar olarak görmek gerekiyor. Sonuçta böyle bir karar Türkiye ile ilişkilerin kopmasının göze alındığına işaret etmiş olacak.
Gerçi Başbakan Netanyahu’nun ABD Dışişleri Bakanı Clinton ile geçtiğimiz günlerde yaptığı telefon konuşmasından sonra Amerikan ve İsrail basınında çıkan haberlere rağmen İsrail özür dilemeyeceğini henüz resmen açıklamadı.
Ancak İsrail’in en üst kademelerinden yansıyan, “Özür dilemek mi? Tanrı korusun!” türünden açıklamalar bu yönde bir kararın alınacağını açıkça çağrıştırmaya başladı.
Bu arada ilişkilerin düzelmesi için Türkiye’nin ortaya koyduğu “özür, tazminat ve Gazze ablukasının kaldırılması” şeklindeki ön koşullarının yumuşatılacağına dair bir emare de yok.
İki taraf da hevesli görünmüyor
İsrail’in özür dilemeyeceğine dair haberlerin yayılması üzerine Başbakan Erdoğan’ın Türkiye’nin bu üç talebini somut ifadelerle tekrarlaması, iki ülke arasındaki bağların kopma noktasına doğru ilerlemekte olduğunu açıkça ortaya koyuyor. Bu durum AKP
Türkiye’nin Suriye seçenekleri giderek azalıyor. Bu ülkeden perşembe gününden bu yana dünyaya yansıyan görüntüler, Başbakan Erdoğan’ın sert söylemi ve Beşar el Esad ile geçen hafta altı buçuk saat görüşen Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun “dost telkinlerinin” çok da işe yaramadığını gösteriyor.
O görüşmeden sonra Hama kentinden tankların çekilmesinin ise, Ankara’nın baskılarından ziyade, başka kentlere birlik kaydırmak amacıyla gerçekleşen bir manevra olduğu anlaşılıyor. Hama’da ise tankların çekilmesine rağmen durumun hiç normal olmadığı, kentte korku ve terörün hüküm sürdüğü, Şam Büyükelçimizin basınımıza yansıyan raporlarından anlaşılıyor.
Öte yandan Esad’ın, Türkiye’nin iyi niyetli diplomatik girişimlerini zaman kazanmak amacıyla kullandığına dair verdiği görüntü Ankara açısından işi daha da nahoş kılıyor.
Erdoğan’ın, Davutoğlu’nun Şam dönüşünden sonra yaptığı açıklama uluslararası basın tarafından, Ankara’nın Esad’a demokratik reformları gerçekleştirmesi için 15 günlük bir süre tanıdığı şeklinde algılandı.
Esad’ın bundan sonraki hareketleri ise bu süreyi, Ankara’nın taleplerini yerine getirmek yerine, “elini çabuk tutup işi bitirmek” amacıyla kullandığı izlenimine yol
Suriye’deki gelişmeler Türkiye’nin gündemini en çok işgal eden konulardan biri haline geldi. Bu çerçevede mercekler İran ile Suriye arasındaki ilişkilere de çevrildi. İki ülke arasında esas itibariyle ortak siyasi çıkarlara dayanan ve 30 yılı aşkın bir süredir devam eden bir stratejik ilişki olduğu kesin.
Ancak bölgedeki son gelişmeler ışığında işin içine “mezhep boyutunun” kaçınılmaz olarak girdiği de kesin. Ancak bunu söylediğinizde bazı meslektaşlarımız büyük bir yanılgı içinde olduğunuzu ısrarla belirtiyorlar.
Suriye’deki “Nusayriliğin Şia ile bağı, bizim Aleviliğin Şia ile bağından fazla değildir. Yani ortada dini, mezhebi bir yakınlık yok” diyorlar. Bunu Baas rejiminin “laik” olmasına dayanarak savunanlar da var.
Nusayrilik ve İran
Fakat Suriye’deki Nusayri azınlığa mensup herkesin, yönetim sınıfının yansıttığı “Batılı” ve “laik” görüntüdeki insanlar gibi olduğunu savunmak da yanlış. Bizim bunları söylememizin aksini iddia edenleri ikna etmeyeceği kesin. Bu nedenle aşağıda bu konuda bize mesaj geçen İran uzmanı Arif Keskin’in görüşlerine vermek istiyoruz.
Tebriz Üniversitesinden sosyoloji mezun olan ve doktorasını Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler