Johannesburg
Başbakan Erdoğan’ın gerçekleştirdiği resmi ziyaret çerçevesinde “Nelson Mandela’nın ülkesi” Güney Afrika’dayız. Bunun bizim için özel bir anlamı da var. Bu ülkenin insanını tanımamız 1970’li yıllarda İrlanda’da üniversitede okuduğumuz döneme dayanır.
Irk ayrımcılığının en çirkin örneklerinden olan “Apartheid” sistemi nedeniyle, özellikle de “Soweto” isimli devasa gece kondu mahallesinde çıkan kanlı ayaklanmalardan dolayı, Güney Afrika o yıllarda haberlerden düşmezdi.
İşin ilginç yanı ise, üniversitedeki sınıf arkadaşlarımız arasındaki siyah, beyaz ve Hint kökenli Güney Afrikalıların her şeye rağmen ortak bazı kültürel özelliklerinin bulunmasıydı. Ne de olsa ortada yüzyıllar boyunca birlikte solunmuş bir hava vardı. Bu da kuşkusuz Apartheid sisteminden demokrasiye geçişi kolaylaştıran faktörlerden biriydi.
Mandela’nın iradesi
Araptheid sistemi, 1992’de imzalanan “Pretoria Anlaşması” ve Nelson Mandela’nın uzun yıllarını tecritte geçirdiği Roben Adası’ndaki hücresinden çıkmasıyla sona erdi. Ülke 1994’ten beri de demokrasi ile yönetiliyor. Ancak burada temel bir gerçek göz ardı edilemez.
Türkiye ile ABD arasında PKK’ya karşı işbirliğinin giderek arttığını gösteren sinyaller çoğalıyor. Amerika’nın Ankara Büyükelçisi Francis Ricciardone’nin Türkiye’ye bu amaçla üç adet “süper kobra” taarruz helikopteri vereceklerini açıklaması bunun son örneği.
Bu arada Amerikan basınına konuşan Washington’daki kaynaklar, Obama yönetiminin Türkiye’ye bu çerçevede “Predator” tipi insansız hava aracı desteği vermeye hazırlandığını da belirtiyorlar. Söz konusu kaynaklar, Kongre engeline takılmaması için Predator’lerın Türkiye’ye kiralanması formülü üzerinde çalışıldığını belirtiyorlar.
Öte yandan Wikileaks sayesinde, Genelkurmay Başkanlığı’nda Türk ve Amerikan subayların, Kuzey Irak’tan sürekli gelen istihbaratı, “Fusion Cell” adını verdikler (kabaca, “Kaynaşma Hücresi” olarak çevirebiliriz) bir birimde değerlendirerek, TSK’yi PKK’ya karşı yönlendirdiklerini biliyoruz.
Amerikan aleyhtarlığında dünya şampiyonu olan Türkiye’de bu gelişmelere, “bayram değil seyran değil eniştem niçin öptü” diye kuşkuyla bakanların çoğunlukta olduğu kesin. İşin içinde ABD varsa doğuştan şüpheci olan Türkler için Washington’un bunda mutlaka bir çıkarı vardır.
Bu da aslında doğru, zira
Türkiye şu anda Mısır, Suriye ve Libya’ya demokrasi, laiklik, insan hakları ve basın özgürlüğü öneriyor. Başbakan Erdoğan’ın ve Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun açıklamaları bunu açıkça ortaya koyuyor. Bu da tabii ki olumlu bir gelişmedir.
Fakat Ankara bunu yaparken Batı’da, hatta Ortadoğu’da, “tamam da Türkiye bu önerilerde bulunmak konusunda ehil mi?” diye soranlar da artıyor. New York Times’ta Susan Gusten imzasıyla önceki gün çıkan haber bunun sadece son örneği.
Mısır ziyareti çerçevesinde o ülkedeki Dream TV kanalına demeç veren Erdoğan şunları söylemişti:
“Türkiye’de anayasa laikliği, devletin her dine eşit mesafede olması olarak tanımlar. Laiklik kesinlikle ateizm değildir. Ben Recep Tayyip Erdoğan olarak Müslüman’ım ama laik değilim. Fakat laik bir ülkenin başbakanıyım. Laik bir rejimde insanların dindar olma ya da olmama özgürlüğü vardır.”
Bunlar demokrasiye inanan herkesin altına imzasını koyacağı sözlerdir. Ancak, Türkiye’de “Hanefi Sünni” anlayışına dayanan ve yıllık 1,5 milyar dolarlık bütçesi ve 106 bin memuru olan Diyanet İşleri Başkanlığı’nın varlığına işaret eden Gusten, Erdoğan’ın tarif ettiği düzeni kendi ülkesinde ne kadar hayata geçirdiğini sorgulamış.
Son dönemde hükümetten yansıyan söylem, iki cephede birden patlak verebilecek bir savaşa hazırlanmamız gerekiyormuş gibi bir hava yaratıyor. Örneğin Başbakan Erdoğan ABD’de ünlü televizyon gazetecisi ve yorumcusu Charlie Rose’ın sorularını yanıtlarken, İsrail ile gerekirse savaşa girebileceğimizi ortaya koyan ifadeler kullandı.
Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç ise, son Brüksel ziyareti çerçevesinde “Euronews” kanalının sorularını yanıtlarken, Kıbrıs Rum kesimini kastederek “umarım Türkiye’yi güç kullanmak mecburiyetinde bırakmazlar” diye konuşmuş.
Erdoğan’ın ve Arınç’ın sözlerinden, Türkiye’nin hem Rum kesimine hem de İsrail’e karşı savaşa hazır olduğunu anlıyoruz. Gerçi ikisi de Türkiye’nin asıl niyetlerinin barışçıl olduğunu vurgulamaya çalıştı. Ancak Akdeniz’deki gerginliğin istenmeyen gelişmelere yol açma potansiyeline sahip olması, barıştan yana çok daha güçlü bir vurguyu gerektiriyor.
Öldürülenlerin hakkı aranmalı
Her ülke gibi Türkiye’nin ulusal çıkarlarını koruma hakkı elbette ki var ve bunları gerektiği şekilde koruyacaktır. Bu arada, Kıbrıs Rum kesiminin gaz arama girişimini Avrupa’da bile “zamansız bir tahrik” olarak değerlendirenlerin olduğunu geçen hafta
Başbakan Erdoğan’ı Ortadoğu’da herkesin sevmediğine ilişkin son yazımızdan sonra, bugün de, Kahire ziyareti sırasında açtığı “laiklik” tartışmasından dolayı Erdoğan’a bölgede sempati duyanlara işaret etmek istiyoruz. Bu amaçla da önemli iki Arap yorumcunun görüşlerine yer vereceğiz.
Bunlardan biri Mısır’da yayınlanan “Al Ahram Weekly” adlı haftalık derginin yazarlarından Salama a Salama. İkincisi ise Arapların etkin gazetelerinden “Asharq al Awsat”ın genel yayın yönetmeni Tarık Almohayed.
Bu tanınmış isimlerin yazdıkları, Erdoğan’ın laikliğin önemine dair sözlerinin bölgede tartışmalara vesile olacağını da gösteriyor.
Salama, “Al Ahram Weekly”nin son sayısında çıkan yazısında, Başbakan Erdoğan ve AKP’nin, “bilimsel planlama, işleyen bir demokrasi, ve merkezi politikalar” yoluyla “dini siyasete karıştırmadan ülkeyi modernleştirdiklerini” belirtmiş.
Dinlere eşit mesafe
Türkiye’de bazılarına aşırı iddialı gelecek olan bu sözlerinden sonra da şöyle devam etmiş:
Bizde bazıları için şok olabilir ama Ortadoğu’da ve özellikle de Mısır’da herkes Başbakan Erdoğan’ın hayranı değil. Hatta kendisini “sahtekâr” olmakla suçlayan Arap politikacılar bile var. Bölgeyi takip eden gözlemcilere ve Ankara’daki diplomatik çevrelere göre, Erdoğan’ın Filistin davasına bu denli hararetli bir şekilde sahip çıkması da -Arap sokaklarında ne kadar sempati toplarsa toplasın- Arap politikacıları arasında huzursuzluk yaratıyormuş.
Bunun nedenini açıklayan bir Arap diplomat, “Erdoğan sanki bölgede Filistinlilere kendisinden başka sahip çıkan bir Müslüman lider yokmuş gibi bir görüntü veriyor” diye konuştu. Söz konusu diplomat, Erdoğan’ın Mısır ziyareti sırasında Gazze’ye geçeceğine dair haberlerle bu huzursuzluğun daha da arttığını belirterek şöyle konuştu:
“Mısırlı liderler ve siyasetçiler bile böyle bir şeye mevcut hassas konjonktürde girişmezken, Erdoğan’ın bu tek taraflı girişimi İsrail’i kızdırmakla kalmayacaktı, sadece Mısırlı siyasetçiler ve yöneticileri değil, tüm Arap ülkelerindeki siyasetçileri ve yöneticileri zayıf ve aptal durumunda bırakacaktı.”
Bu sözlerden Erdoğan’ın, “Ankara’nın sağduyusundan” ziyade, Mısır’ın diplomatik baskıları sonucunda
Türkiye’yi Doğu Akdeniz’de zor günler bekliyor. Bölgede sanki bir çatışmaya doğru ilerliyoruz. Hem Kıbrıs’a karşı, hem de İsrail’e karşı uluslararası desteğe sahip olup olmadığımız ise belli değil. Arap sokaklarından Türkiye’ye yansıyan büyük sempatinin burada bir işe yarayacağı da yok.
Özetle, kendi çıkarlarını korumanın yanı sıra Filistinlilerin haklarını da kollamaya soyunan Türkiye’nin bu bölgede çok kararlı ve gerekirse askeri boyutu da olan bir diplomasi yürütmesi gerekeceğe benziyor.
İşin ilginç yanı, bir yandan Rum kesiminin Kıbrıslı Türklerin haklarını yok sayarak adanın açıklarında gaz aramaya başlaması, diğer taraftan Ankara’nın İsrail’e karşı sağlayacağını belirttiği “seyrüsefer serbestliği” nedeniyle yaşanacak gerginliğin mevcut konjonktürde Suriye’nin de işine gelecek olmasıdır.
Başbakan Erdoğan’ın, Mısır, Tunus ve Libya’yı kapsayan son gezisi sırasında da görüldüğü gibi, Esad rejimine ağır ithamlar yöneltmeye devam etmesi sonrasında Ankara ile Şam’ın artık “hasım” taraflar olduğunu varsayabiliriz. Siyasi geleceği için kanlı bir mücadele veren Esad’ın bu aşamada Türkiye’ye farklı bir gözle bakması da mümkün değil.
Moskova-Rum kesimi ilişkisi
Bu
Türkiye bir yandan, İran’a karşı olduğunu artık herkesin duyduğu NATO’nun “Füze Kalkanı” projesine katılmaya karar verirken, diğer yandan, üstelik Başbakan Erdoğan’ın ağzından, Ortadoğu için laikliğin önemine vurgu yapmaya başladı.
Türkiye bunun yanı sıra, NATO’nun Libya operasyonuna başta şiddetle karşı çıkmasına rağmen, bugün bu operasyonu savunmakla kalmıyor, NATO’ya bunun için lojistik destek sağladığını da duyurma ihtiyacını duyuyor.
Bu gelişmelerin, yakın bir geçmişe kadar Ankara’yı yanına çekmekte başarılı olduğuna inanan İran’daki molla rejiminin ve bölgedeki diğer radikal unsurların hoşuna gitmediği aşikar. Bu arada Filistin’in BM tarafından bağımsız bir devlet olarak tanınması için Ankara’nın yürüttüğü yoğun diplomatik çaba da Tahran’ın hoşuna giden bir gelişme değil.
Hamas memnun değil
Aslında kamuoyumuz pek farkında değil, ancak İslami kesimimizin büyük sempatisine sahip olan Hamas da Türkiye’nin bu konudaki diplomatik girişimlerinden çok memnun değil. Sorun ise bağımsızlık için BM’ye başvuracak olan Filistin yönetimi başkanı ve FKÖ lideri Mahmud Abbas’ın, koşulların oluşması şartıyla, İsrail ile müzakerelere hazır olmasından kaynaklanıyor.
Hamas ile