Dış politikada “sıfır sorun” hedefiyle yola çıkan AKP iktidarı, bugün eskisinden de sorunlu bir uluslararası ortam ile karşı karşıyadır. Bazı hallerdeyse eskiye oranla daha da gerilemiş durumdadır.
Başta usta bir dış politika ile ucuz atlatılan İkinci Dünya Savaşı badiresi olmak üzere, Türkiye’nin uluslararası ilişkilerdeki temel yaklaşımı her zaman “ihtiyat” prensibine dayanmıştır. Birinci Dünya Savaşı sonrasında imkansız görünen şartlarda kurulan Cumhuriyetimizin içinde bulunduğu zor coğrafya ise bunu zorunlu kılmıştır.
Türkiye’nin yetiştirdiği en önemli diplomatlardan biri olan eski dışişleri bakanlarından İlter Türkmen’in de çeşitli vesilelerle anımsattığı gibi, “sıfır sorun politikası” da aslında yeni değildi. Tek fark geçmişte bunun “iyi komşuluk politikası” olarak tanımlanmasıydı.
Yoksa, Ecevit hükümeti zamanında düzelen Yunanistan ile ilişkilerde görüldüğü gibi, şartlar el verdiği zaman Türkiye her zaman bu ilke üzerinden hareketle çevresinde bir barış kuşağı kurmaya çalışmıştır.
Orta ayar bir güç
“Sıfır sorun” politikasının temelindeki düşünce de budur. Ancak, ne kadar iyi niyetli bir yaklaşım olursa olsun, “konjonktür el vermediği için,” etrafından yaratılan büyük heyecana rağmen, arzulanan sonuçlar alınamamıştır.
Türkiye de, “proaktif dış politika yönetiminden,” tekrar “reaktif dış politika yönetimine” dönmek zorunda kalmıştır. Başka bir deyişle Türkiye bugün “oyun kurucu” değil, kendi iradesi dışında harekete geçmiş olan dinamikleri kendi çıkarları doğrultusunda idare etmeye çalışan bir ülkedir.
Erken hevese kapılıp aksini iddia edenler olsa bile, Türkiye’nin bugün hâlâ bir “süper üç değil, “orta ayar bir güç” olması bunu normal kılıyor. Bu arada, başta dediğimiz gibi, Türkiye’nin dış ilişkilerinde bazı gerilemelerin yaşandığını da görmek durumundayız.
Arap Baharı örneği
Bunun temel nedeni elbette ki, öngörülemeyen gelişmeler yüzünden, önemli ölçüde dışarıda yatıyor. “Arap Baharı” bu açıdan somut bir örnektir. Bundan sadece bir yıl öncesini düşünelim.
Türkiye başta Suriye olmak üzere bölge ülkeleriyle ilişkilerini çok boyutlu olarak derinleştirilmeye çalışılıyordu. İsrail ile ilişkilerin peş peşe darbe yemesi ise geliştirilen bu yeni ilişkiler nedeniyle AKP iktidarı açısından çok kaygı verici görünmüyordu.
Temel dünya görüşü yüzünden AKP’nin bu ülkeye olumlu bakması da zaten mümkün değildi. “Eski dönemden” kalan bu ilişkiyi sadece, Batı’ya yanlış izlenim vermemek için “idare” ediyordu. Ama görüldüğü gibi o da uzun süremdi. Yoksa AKP’nin iktidara gelmesinden sonra Ortadoğu değişen fazla bir şey yoktu.
İsrail ve Suriye
Bu arada, Ortadoğu ile geliştirilen ve merhum Erbakan’ın “Müslüman AB’si” veya “Müslüman NATO’su” özlemini yansıtan ilişkilerin “AB’ye alternatif geliştiriliyor” izlenimini beslemesine de örtülü biçimde izin verildi. AB’den yansıyan olumsuzluklara rağmen Türkiye’nin üyelik müzakerelerinde yapabileceği şeyler açısından ayak süremeye başlaması da bu izlenimi besledi.
Bugün AB ile ilişkiler de zaten “kopma” noktasında olmasa da, “durma” noktasındadır.
Türkiye’nin, bugün sadece İsrail ile değil, Suriye ile ilişkileri de en alt düzeye inme, hatta kopma noktasına doğru ilerliyor. “İnsaniyet” adına İsrail ile köprüler yakılırken, insan hakları sicili açısından en kötü ülkelerden biri olan Suriye ile ilişkilere sorgusuz sualsiz sarılmanın faturası da böylece çıkıyor.
Ermenistan’la durum
Ermenistan ile ilişkilere daha doğrusu ilişkisizliğe de bu genel çerçevede bakmak gerekiyor. Hükümetin 2009’da Erivan ile “Zürich Protokolleri”ni imzalaması ve uluslararası camiada büyük beklenti yaratmasına rağmen bu sürecin arkasında niçin durulamadığı belli değil. Sorun, sonradan söylendiği gibi, “Karabağ meselesi ise” o zaman bunun niçin başta hesaba katılmadığı ayrı bir muamma.
Sonuçta gelinen nokta ortada. “Komşularla sıfır sorunu” bırakın, Türkiye bugün çok sorunlu bir ortamdadır. Coğrafyamız ise geçmişte olduğu gibi, bugün de dış politikada “idealist” ve “ideolojik” yaklaşımlara el veremiyor.