İran, İsrail ve Suriye bugün Ortadoğu’daki istikrarsızlığın temel kaynağı olan ülkelerdir. Bölgede yeni bir çatışma ortamı, hatta savaş çıkacaksa, bu ülkelerin çabaları ile olacak.
Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu’nun (IAEA), bugün yarın açıklaması beklenen son raporunda, Tahran’ın nükleer silah elde etme emelinden vazgeçmediğini ortaya koyacağı anlaşılıyor.
Bununla bağlantılı olarak İsrail’den İran’a sert uyarılar gidiyor. Doğru veya yanlış “barışçı” diye bilinen İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Peres’in bile şu anda savaş söylemine su taşıyor olması da hayra alamet değil.
Buna karşın İran’dan kaynaklanan ve Türkiye’deki ABD üsleri nedeniyle bir ucu bize dokunan “yakarız yıkarız” söylemi de artıyor. Aslında bölgede yeni bir savaş ortamı şu anda bu üç ülkenin işine de yarayacaktır. Zira üçünün de Arap Baharı’ndan rahatsız oldukları ortada. Savaş ise dikkatleri başka yere çekecektir.
İsrail’in Esad endişesi
Mısır’da “İsrail dostu” Hüsnü Mübarek’in devrilmesi İsrailliler için tam bir şok oldu. Yıllarca “bölgenin tek demokrasisi” olmakla övünen İsrail Arap ülkelerine demokrasi gelmesi olasılığından korkmaya başladı. Zira Mısır’da görüldüğü gibi, seçim Arap halklarına
Geçmişte kendisini çok eleştirmiş olsak da Başbakan Erdoğan’ın geçen hafta “dünya sahnesinde” ortaya koyduğu performansı takdir etmek durumundayız. Hem Almanya’da, hem de G20 zirvesi için gittiği Cannes’da gördüğümüz Erdoğan, Batı’ya karşı hırçınlıktan arınmış küresel dengelere vakıf bir lider portresi çizdi.
Erdoğan’ın Almanya’daki performansı özellikle dikkat çekti zira geçmiş ziyaretlerinde sarf ettiği bazı sözlerin Almanlar arasında nasıl tepki yarattığını unutmuş değiliz. Bu ziyaretlerden birinde Türklere “entegrasyon” konusunda söyledikleri, “Almanlardan uzak durun, Almancayı öğrenmeyin ve Alman toplumuna sakın entegre olmayın” şeklinde algılanarak uzun süre eleştirilmişti.
“Entegrasyon” ile “asimilasyon” arasındaki önemli çizgiyi ortaya doğru bir şekilde koyamadığı için Erdoğan o sırada yanlış anlaşılmasına kendisi de katkıda bulunmuştu. Bu sefer bu hataya düşmeyerek “entegrasyon” konusunda Almanların da takdir ettikleri bir dil kullandı. O ülkedeki Türklere, köklerini unutmadan, iyi ve uyumlu birer Alman vatandaşı olmalarını telkin etti.
Yumuşatıcı espri
Bu gibi hassas konular tartışılırken her zaman “yumuşatıcı” olan “espri” unsurunu da gözeten Erdoğan,
Ülkeyi ayağa kaldıran N.Ç. davası konusunda yasamaya sert eleştiriler yönelten AB Bakanı Egemen Bağış, “‘Ankara kriterleri’ korkutuyor” başlıklı son yazımızdaki ana temayı doğrularcasına, “Yargıda, mevzuatta sorun vardır ve bu bazılarının zannettiği gibi ilk kez olmuyor. Lamı cimi yoktur. Çözüm, AB standardında hukuktur” demiş.
N.Ç. davası karşısında infial beyan eden herkesin isyanına katılmamak elde değil. Zira bu davaya bakıp Türkiye’deki yargıda ve mevzuatta gerçekten de sorun olduğunu inkâr etmek mümkün değil. N.Ç. davası ise Türkiye’de hâlâ “adaletin” değil, “yasaların üstünlüğünün” geçerli olduğunu bir kez daha gösteriyor.
Kamuoyu tepkisi üzerine N.Ç. davasıyla ilgili açıklama yapma zorunluluğunu hisseden Yargıtay 14. Ceza Dairesi Başkanı Fevzi Elmas’ın sözleri de bunu ortaya koyuyor. Sonuçta, çocuk yaşındaki bir kızın uğradığı toplu tecavüzde “kendi rızası” olabileceğini kabul etmenin sapıklığını görmeden, “ben napayım, yasalar böyle” diyerek işin içinden sıyrılmaya çalışan bir hukuk sistemimiz var.
Bağış’tan ve AKP içinden N.Ç. davası bağlamında yasamaya yöneltilen sert eleştirileri, AKP açısından bakıldığında aslında hiç de hoşa gitmeyecek olan başka alanlara
Üyelik müzakerelerimiz duraklasa bile, Van/Erciş depremi dahil olmak üzere, ülkemizdeki son gelişmeler AB standartlarının Türkiye açısından niçin -kelimenin tam anlamıyla- “hayati” olduğunu bir kez daha ortaya koyuyor. Bu gelişmeler aynı zamanda “dünyanın 16’ncı en büyük ekonomisi” diye her fırsatta övünmenin sade vatandaşımız açısından niçin bir anlam taşımadığını da gösteriyor.
Sonuçta, dünyanın yirmi en büyük ekonomisi arasında olmak illa da ülkede sosyal adalet, adil gelir dağılımı ve demokratik fırsat eşitliğinin varlığına delalet etmiyor. Van’dan gelen görüntüler ise geri kalmışlıktan (bakış açımıza göre “geri bırakılmışlıktan” da diyebiliriz) hâlâ kurtulmaya çalışan bir ülke portresini sermiştir önümüze.
“AB” denince aklımıza otomatik olarak Kıbrıs, Ermeni sorunu, Kürt meselesi ve bu bağlamda “iç işlerimize karışılması” gelir ve kızarız. “AB standartlarının” demokrasi ve insan haklarının yanı sıra yol ve yapı güvenliği, sağlık ve eğitim altyapısının geliştirilmesi, çevrenin korunması gibi insana verilen değeri vurgulayan boyutu hesaba katılmaz.
‘AB nasıl bir şekil alacak’ sorusu
Okurlarımız bilir, eski ve hevesli bir “AB’ciyiz.” Buna karşın, Türkiye’nin üyelik
Yabancı gazeteler ve ajanslar, son günlerde Türkiye’nin Esad rejimine karşı silahlı mücadeleye başlayan Suriyeli muhalifleri kanatlarının altına aldığını duyuruyorlar.
İddiaya göre muhaliflerin kurduğu “Hür Suriye Ordusu (HSO)” mensupları, sığındıkları Türkiye’den Suriye güvenlik güçlerine karşı saldırılar düzenleyip tekrar Türkiye’ye dönüyorlarmış.
Bu iddia doğru ise Türkiye’nin daha önce girmediği tehlikeli sularda yüzmeye başladığını söylemek mümkün. Ankara, Suriye ordusundan kaçan subaylara “insani amaçla” sığınma hakkı tanıdığını inkâr etmiyor tabii.
Türkiye’ye sığınan ve “Hür Suriye Ordusu”nun komutanı olduğunu iddia eden Albay Riyad el Esad da, Habertürk’ten Amberin Zaman’a konuşurken, Türkiye’den silah yardımı almadıklarını somut ifadelerle söylemiş. Esad, “Türkiye bize sadece insani yardım sağlıyor ve bizi koruyor” demiş.
Ancak, Baas rejimine karşı silahlı mücadeleye başlayan bir örgütün komutanı olduğunu söyleyen kişinin, “Türkiye bizi koruyor” sözü bile Şam’ı kızdıracak ve konuyla ilgili spekülasyonu körükleyecek niteliktedir.
Bu durum ise Ankara’yı ilginç bir konumda bırakmakla kalmıyor, Türkiye’nin Arap Baharı karşısındaki çelişkilerini de ortaya
Obama yönetiminin tüm Amerikan birliklerini 31 Aralık’a kadar Irak’tan çekeceğini açıklaması bölgesel dengeleri etkileyeceğe benziyor. İsrail’e her konuda destek vermesi nedeniyle -kurulu düzeni savunan Araplar nezdinde olmasa bile- Arap kitleleri nezdinde itibarı sıfır olan ABD’nin içine düştüğü bu durum, ilk bakışta, bölge için hayırlı sayılabilir.
Bu görüşte olanlar arasında İngilizlerin ünlü “Economist” dergisi de var. Derginin son sayısındaki analiz-yoruma göre, “Batı’nın bölgede kısa vadede kaybedeceği etkinin yerini, uzun vadede, dürüst hükümetlerle oluşturulacak iyi ilişkilerden kaynaklanan etki alacak.”
Bu iyimser yorum, demokrasinin ve şeffaf yönetimin bölgeye, “kısa vadede” olmasa bile, makul bir süre içinde geleceği inancına dayanıyor. Tunus’taki seçimler ve Mısır’da seçimler için yapılan hazırlıklar da böyle düşünenlere umut veriyor.
Ancak, Economist bölgeye “dışarıdan bakanların” görüşünü yansıtırken, “içerden bakanlar” için durum daha karmaşık görünüyor. Bu nedenle ABD’nin Irak’tan çekilmesiyle devreye girecek dinamiklerden endişe duyduklarını açıkça ortaya koymaya başlayan Arap kanaat önderleri var.
Bunlardan biri Ürdün’ün başkenti Amman’daki “El Kuds
Askeri kanadın Türkiye’de bugün demokrasilerde olması gereken noktaya daha yakın bir konumda bulunmasına karşın, Genelkurmay Başkanı’nın açıklamaları kamuoyumuzun dikkatini çekmeye devam ediyor.
Biz şahsen Genelkurmay Başkanı Org. Necdet Özel’in, NTV Ankara Temsilcisi Nilgün Balkaç’ın sorularına verdiği yanıtları “ordunun sivil kanada direktifleri” veya “TSK’dan siyasilere taze uyarılar” anlayışı ile okumadık.
Özel’in sözlerine, devletin en önemli kurumlarından birinin başında bulunan bir yetkilinin kendisine sorulan sorulara karşı beyan ettiği görüşler olarak baktık ve bu çerçevede sağladığı bilgileri önemsedik.
Bağımsız bir gazeteci bu soruları sormasaydı, Özel de -mevcut ortamda- kendiliğinden çıkıp bu konularda fikir beyan etmezdi. Ne de olsa “andıç” ve “e-muhtıra” günleri artık geride kaldı. İlgi alanımız olan dış politika açısından değerlendirdiğimizde de Özel’in bir konudaki yanıtını özellikle ilginç bulduk.
Gerçekler ve önyargı
Türkiye komplo teorileri cennetidir. Bu arada, Uğur Mumcu’nun sözüyle, “bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olanlardan geçilmiyor. Bu açıdan bakıldığında kamuoyunun ağırlıklı bölümü için Türkiye’deki tüm kötülüklerin arkasında ABD var.
Ayrılıkçı Bask terörist örgütü ETA’nın silahları bırakma kararı Türkiye’de heyecan yarattı. Kısa bir süre önce “kalkıp PKK’nın çözümü için ETA’yı, IRA’yı örnek almak yanlış. Sosyolojik olarak ve diğer unsurlar açısından birbirlerinden farklılar” diyen Başbakan Erdoğan bile buna dahil.
Hak-İş Genel Kurulu’nda konuşan Erdoğan “İspanya’da ETA 48 yıl sonra silah bıraktı. İktidar, muhalefet ve STK’lar bir olmazsa bu süreç daha uzayabilir. Sağduyu ile hareket etmeliyiz” demiş. Ancak, ETA’yı sonunda Basklar nezdinde bile “anlamsız” kılan temel unsurlara daha gerçekçi bir açıdan bakmakta yarar var.
Otonom Bask Bölgesi hükümetinin AB İşlerinden Sorumlu Bakanı Mikel Anton 2007’de Ankara’yı ziyaret etmiş, TBMM’de ve çeşitli sivil toplum kuruluşlarıyla görüşmeler yapmıştı. Ziyareti sırasında kendisiyle bir söyleşi gerçekleştirmiştik.
Büyük otonomi
Bu söyleşiden bile Türkiye’deki durumla İspanya’daki durumun niçin karşılaştırılamayacağı anlaşılıyordu. Zarragoitia’ya “Bugün Bask bölgesi ne denli otonom?” diye sormuştuk. Yanıtı şöyleydi:
“Avrupa’daki benzeri örneklere oranla çok büyük otonomiye sahibiz. Kendi kurumlarımız var. Parlamentomuz var. Yasa yapma yetkimiz var. Vergi