Semih İdiz

Semih İdiz

sidiz@milliyet.com.tr

Tüm Yazıları

Johannesburg

Başbakan Erdoğan’ın gerçekleştirdiği resmi ziyaret çerçevesinde “Nelson Mandela’nın ülkesi” Güney Afrika’dayız. Bunun bizim için özel bir anlamı da var. Bu ülkenin insanını tanımamız 1970’li yıllarda İrlanda’da üniversitede okuduğumuz döneme dayanır.
Irk ayrımcılığının en çirkin örneklerinden olan “Apartheid” sistemi nedeniyle, özellikle de “Soweto” isimli devasa gece kondu mahallesinde çıkan kanlı ayaklanmalardan dolayı, Güney Afrika o yıllarda haberlerden düşmezdi.
İşin ilginç yanı ise, üniversitedeki sınıf arkadaşlarımız arasındaki siyah, beyaz ve Hint kökenli Güney Afrikalıların her şeye rağmen ortak bazı kültürel özelliklerinin bulunmasıydı. Ne de olsa ortada yüzyıllar boyunca birlikte solunmuş bir hava vardı. Bu da kuşkusuz Apartheid sisteminden demokrasiye geçişi kolaylaştıran faktörlerden biriydi.

Mandela’nın iradesi
Araptheid sistemi, 1992’de imzalanan “Pretoria Anlaşması” ve Nelson Mandela’nın uzun yıllarını tecritte geçirdiği Roben Adası’ndaki hücresinden çıkmasıyla sona erdi. Ülke 1994’ten beri de demokrasi ile yönetiliyor. Ancak burada temel bir gerçek göz ardı edilemez.
“Kürtler zulüm görüyor” gerekçesiyle zamanında Atatürk Barış Ödülü’nü almayı reddettiği için o sırada Türkiye’de sevilmeyen, buna rağmen yüzyılın devasa şahsiyetleri arasında bulunan Mandela’nın kaya gibi iradesi olmasaydı, bu geçiş süreci çok daha sancılı olurdu.
Mandela, bu gibi hallerde toplumsal barış için “akil liderliğin” hayati önemini dünyaya gösterdi. Mandela’nın kindarlıktan uzak ve “tersten ırk ayrımı” yapmayan hoşgörülü yaklaşımını anlatan “Invictus” (Yenilgisiz) aldı film, spor üzerinden hareket ederek, bunu çok güzel bir şekilde anlatıyor.
Ancak, Apartheid sisteminden demokrasiye geçiş sürecinin nispeten huzurlu bir şekilde olması için geçmişle belli ölçüde yüzleşmek de gerekiyordu. Bu da hem beyaz güvenlik gücü mensuplarının, hem de -o yıllarda beyazlar tarafından “terör örgütü” diye bilinen- “Afrika Ulusal Kongresi (ANC) mensuplarının birbirlerine karşı işledikleri insanlık dışı suçları itiraf ederek pişmanlık duymaları sayesinde oldu.

Büyük iş potansiyeli
Bunu sağlayan başlıca “enstrüman” ise ünlü Güney Afrikalı rahip Desmond Tutu’un girişimleriyle kurulan “Barış ve Uzlaşma Komisyonu’ydu.” Buradan Kürt meselesi ve PKK konusunda Türkiye’ye bir “örnek” çıkar mı, bilemiyoruz. Başbakan Erdoğan Türkiye’nin “farklı sosyolojik yapısı” nedeniyle ETA ve IRA örneklerinin bizim için geçerli olamayacağını söylüyor.
Kuşkusuz Güney Afrika için de aynısını düşünenler var. Biz sadece Güney Afrika’nın uzun yıllar süren kanlı olaylardan sonra bu sorunu nasıl çözdüğünü anlatıyoruz. Kaldı ki kindarlığın “raf hayatı” Erdoğan’ın deyimi ile, “sosyolojik yapımız” nedeniyle bizde genelde daha uzun oluyor.
Bütün bunlar Güney Afrika’nın artık sorunsuz bir ülke olduğu anlamına gelmez elbette. “Afrikaans” diye bilinen Hollanda asıllı beyaz ırkçılar arasında, sinmiş olsalar da, geleneksel bakış açılarından vazgeçmeyenler hâlâ var. Siyahlar arasındaysa “Apartheid gitti ama sosyal adaletsizlik yerinde duruyor” diyenlerin sayısı az değil.
Bu arada, Başbakanlık tarafından bize ziyaret sırasında dağıtılan ve ülke hakkında çeşitli bilgiler içeren kitapçıkta bile, Güney Afrika’nın “kişisel güvenlik bakımından dünyanın en tehlikeli ülkelerinden biri olmaya devam ettiği” belirtiliyor.
Güney Afrika aynı zamanda son küresel finansal krizden en çok etkilenen ülkelerden biri. Bu nedenle de çok yüksek işsizlik oranına sahip ki, bu da suç oranını arttırıyor. Buna rağmen, son dönemde ekonomisini biraz düzeltmiş olan Güney Afrika hızla gelişen ekonomiler arasında sayılıyor.
Türkiye’nin bu ülkeye ilgisi ise asıl bu noktada ortaya çıkıyor. Özetle, burası Türkiye’nin son yıllarda yaptığı “Afrika atılımının” en önemli ayaklarından biri olarak görülüyor, ki bu Erdoğan’a bu ziyaretinde çok sayıdaki işadamının refakat etmesinden de anlaşılıyor.