Semih İdiz

Semih İdiz

sidiz@milliyet.com.tr

Tüm Yazıları
Haberin Devamı

Son dönemde hükümetten yansıyan söylem, iki cephede birden patlak verebilecek bir savaşa hazırlanmamız gerekiyormuş gibi bir hava yaratıyor. Örneğin Başbakan Erdoğan ABD’de ünlü televizyon gazetecisi ve yorumcusu Charlie Rose’ın sorularını yanıtlarken, İsrail ile gerekirse savaşa girebileceğimizi ortaya koyan ifadeler kullandı.
Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç ise, son Brüksel ziyareti çerçevesinde “Euronews” kanalının sorularını yanıtlarken, Kıbrıs Rum kesimini kastederek “umarım Türkiye’yi güç kullanmak mecburiyetinde bırakmazlar” diye konuşmuş.
Erdoğan’ın ve Arınç’ın sözlerinden, Türkiye’nin hem Rum kesimine hem de İsrail’e karşı savaşa hazır olduğunu anlıyoruz. Gerçi ikisi de Türkiye’nin asıl niyetlerinin barışçıl olduğunu vurgulamaya çalıştı. Ancak Akdeniz’deki gerginliğin istenmeyen gelişmelere yol açma potansiyeline sahip olması, barıştan yana çok daha güçlü bir vurguyu gerektiriyor.

Öldürülenlerin hakkı aranmalı
Her ülke gibi Türkiye’nin ulusal çıkarlarını koruma hakkı elbette ki var ve bunları gerektiği şekilde koruyacaktır. Bu arada, Kıbrıs Rum kesiminin gaz arama girişimini Avrupa’da bile “zamansız bir tahrik” olarak değerlendirenlerin olduğunu geçen hafta Brüksel’de şahsen gördük.
İsrail’in Mavi Marmara’da öldürdüğü Türkler için hesap vermesi gerektiğine dair genel bir uluslararası kanaatin olduğu da ortada. İsrail’e karşı uluslararası düzeyde büyük sempati toplamış olan Ankara da zaten öldürülen vatandaşlarının hakkını sonuna kadar aramak zorunda.
Öte yandan, Gazze meselesini adeta “savaşa değer bir ulusal dava” haline getirmenin Türk kamuoyunun içine ne kadar sindiği de sorgulanabilir. Filistinlilere yardım elini uzatıp kendi ulusal davalarında diplomatik ve insani destek vermek son derece doğaldır.
Ancak, Türk askerinin Filistin için şehit düşmesinin ülkemizde, üstelik PKK’ya karşı kanlı bir mücadelenin sürdüğü bir dönemde, herkes tarafından onaylanan bir olasılık olduğunu sanmıyoruz.

Ruslar destek vermez
Bu arada şu da unutulmamalı. Türkiye Kıbrıs konusunda uluslararası antlaşmalar açısından ne kadar haklı olursa olsun, 1974’teki harekâtından sonra bu konuda yalnız kaldı. Bugün Rum kesimiyle veya İsrail ile çıkacak bir savaşta Batı’nın arkamızda durmaması olasılığı yüksektir.
Keza, Rum kesimi ile iyi ilişkileri olan Mısır ve Lübnan gibi Rum kesimiyle petrol ve gaz arama anlaşmaları imzalamış bulunan bölge ülkelerinin Türkiye’ye ne kadar destek verecekleri de tartışmalı.
Öte yandan Moskova’nın bu gaz arama krizinde Rum kesimine daha şimdiden meyil ettiğini görüyoruz. Akdeniz’de çıkarları olan Rusların bu durumda Türkiye’ye BM’de destek vermeleri zor görünüyor.
İsrail ile çıkacak bir çatışmada ABD Kongresi’nde Türkiye karşıtı temsilciler ve senatörler nedeniyle Washington’un İsrail’e arka çıkmak zorunda kalacağı da aşikâr. Bunu açıkça İsrail’in yanında savaşa girmekle yapmayacaktır. Kongre baskılarıyla Türkiye’ye getirilecek silah ambargolarıyla yapacaktır. Türk ABD ilişkileri de böylece ciddi bir darbe yiyecektir.

Diplomasi zorlanmalı
İsrail ile olası bir çatışmada Türkiye’ye hangi Arap ülkesinin aleni ve açık askeri destek vereceğini merak etmek de elde değil. Başta Körfez ülkeleri olmak üzere, kilit bazı Arap ülkelerinin bugün ABD ile sıkı bir ittifak ilişkisi içinde bulunduklarını da unutmamak lazım.
Uzun lafın kısası, Türkiye’nin bugüne kadar yansıtmaya çalıştığı yapıcı “yumuşak güç” söyleminin yerini “kaba güç” söylemine devrediyor olması ülkemiz açısından sağlıklı bir gelişme değildir. Burada Türkiye’nin Kürt sorunu nedeniyle içerde yaşadığı sıkıntıları da bir kenara itmek mümkün değil.
Yapılması gereken ise Türkiye’nin diplomasiyi ve uluslararası hukuku sonuna kadar zorlamasıdır. Ülkeler arasında ilişkilerde elbetteki sözün bittiği bir yer vardır. Ünlü savaş bilimcisi Carl von Clausewitz’in dediği gibi savaş bile sonuçta diplomasinin başka araçlarla güdülmesidir.
Fakat henüz o noktada değiliz. Bu aşamada savaş söylemine bu kadar kolay bir şekilde yönelmek bu nedenle bizce yanlıştır.