Türkiye şu anda Mısır, Suriye ve Libya’ya demokrasi, laiklik, insan hakları ve basın özgürlüğü öneriyor. Başbakan Erdoğan’ın ve Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun açıklamaları bunu açıkça ortaya koyuyor. Bu da tabii ki olumlu bir gelişmedir.
Fakat Ankara bunu yaparken Batı’da, hatta Ortadoğu’da, “tamam da Türkiye bu önerilerde bulunmak konusunda ehil mi?” diye soranlar da artıyor. New York Times’ta Susan Gusten imzasıyla önceki gün çıkan haber bunun sadece son örneği.
Mısır ziyareti çerçevesinde o ülkedeki Dream TV kanalına demeç veren Erdoğan şunları söylemişti:
“Türkiye’de anayasa laikliği, devletin her dine eşit mesafede olması olarak tanımlar. Laiklik kesinlikle ateizm değildir. Ben Recep Tayyip Erdoğan olarak Müslüman’ım ama laik değilim. Fakat laik bir ülkenin başbakanıyım. Laik bir rejimde insanların dindar olma ya da olmama özgürlüğü vardır.”
Bunlar demokrasiye inanan herkesin altına imzasını koyacağı sözlerdir. Ancak, Türkiye’de “Hanefi Sünni” anlayışına dayanan ve yıllık 1,5 milyar dolarlık bütçesi ve 106 bin memuru olan Diyanet İşleri Başkanlığı’nın varlığına işaret eden Gusten, Erdoğan’ın tarif ettiği düzeni kendi ülkesinde ne kadar hayata geçirdiğini sorgulamış.
Devletin, Erdoğan’ın dediği gibi, Türkiye’de Alevi ve Hıristiyan kökenli vatandaşlara ne kadar “eşit mesafede durduğu” gerçekten de tartışmalıdır. Gusten’e konuşan Alevi Vakıfları Federasyonu http://tr.wikipedia.org/w/index.php?title=Alevi_Vak%C4%B1flari_Federasyonu&action=edit&redlink=1> onursal başkanı Prof. İzzettin Doğan bu konuda, “Türkiye laik bir devlete benzeyebilir, ancak uluslararası hukuk açısından Sünni olan Müslüman bir devlettir” diye konuşmuş.
Doğan’ın sözleri tartışmaya açık olabilir. Ancak, uluslararası hukuku bir yana bırakırsak, Erdoğan’ın yukarıdaki “laiklik” tanımı açısından baktığımızda bile, bir devlet kurumu olan Diyanet’in “her dine eşit mesafede durmadığı” bariz bir şekilde ortada.
Ancak, başkalarına öğüt veren Türkiye’nin eksiklikleri bununla da kalmıyor. Gerçek anlamdaki demokratik temsil açısından yüzde 10’luk bir barajı ayakta tutmanın ne denli demokratik olduğu geçerli bir sorudur. Keza insan hakları açısından ciddi sorunları olan bir ülke olmaya devam ettiğimizi inkâr etmek için farklı bir boyutta yaşıyor olmamız gerekiyor.
Zincirin en zayıf halkasını ise basın özgürlüğünün oluşturduğu kesin. Erdoğan ile Davutoğlu’nun Ortadoğu ülkelerine bugün önerdikleri türden demokratik düzen açısından, Türkiye’de özgür basına ve özgür gazetecilere uygulanan baskıların olmaması gerekirdi.
Erdoğan’ın basından gelen eleştirilere ne denli tahammülü olduğunu ise artık aşağı yukarı herkes biliyor. Siyaseten sıkıştığı anlarda suçlu olarak saldırdığı ilk kesimin medya olması ise bu açıdan sırıtıyor.
AKP ve destekçilerinin, işlerini yaptıkları için hapiste olan gazetecilerin durumuna getirdikleri açıklamalar ise, basın özgürlüğünü kollayan hiçbir ciddi yerli veya yabancı kuruluş tarafından bugüne kadar ciddiye alınmış değil.
Hükümet kısmen elinde olmayan nedenlerle, kısmen de kendi hataları nedeniyle dışarıda sıkıntılı günler yaşıyor. Ancak içerde de büyük sıkıntıların yaşandığı ve yaşanacağı ortada.
Yeni anayasa için başlayan görüşmeler mutedil bir hava içinde açılmış olsa bile, meselenin esasına girildiğinde büyük kavgaların patlak vereceği, Türkiye gerçekleri açısından bakıldığında, adeta “mukadder.”
Bu tartışmalar sırasında, Türkiye’nin bölge ülkelerine tavsiye ettiği anayasal düzenlemelere ne kadar yönelebileceğini göreceğiz. Bu tartışmaların, “etnik ve dini aidiyet” ile “inanç (veya inançsızlık)” ve “laiklik” konularında özellikle hararetli olacağını tahmin etmek için müneccim olmak da gerekmiyor.
Aslında konu hep aynı noktaya geliyor. Kendi evini doğru dürüst tanzim etmemiş olan bir Türkiye, çevresine olumlu anlamda bir örnek veya ilham kaynağı olabilir mi? Olamayacağı aşikâr.
Bunun hem içerde, hem de dışarıda vurgulanmaya başlandığını görüyoruz. Onun için Türkiye inandırıcı olmak için her şeyden önce kendi evini düzene sokmak zorundadır.