İtalya sahillerinde 300’den fazla Afrikalı göçmenin ölümü ile sonuçlanan insanlık trajedisi, uluslararası boyutlar alan “kaçak göç” sorununu tekrar gündeme getirdi.
İtalya’nın Kuzey Afrika’ya en yakın noktasında bulunan Lambedusa adasına ulaşmak üzere iken 500 Eritreli ve Somaliliyi taşıyan teknenin batması, bu tür faciaların ilki değildir. Ve ne yazıktır ki, sonuncusu da olamayacaktır.
Bu İtalyan adası, bir süreden beri Ortadoğu’dan ve Afrika’dan kaçıp Avrupa’ya kapağı atmak isteyen umutsuz insanlar tarafından bir “sığınma kapısı” olarak kullanılıyor. Resmi rakamlara göre sadece bu yılın ilk 9 ayında 4 bini çocuk olmak üzere toplam 21.780 göçmen Lambedusa’ya ulaştı.
Bütün bu insanları Avrupa’da yeni bir hayata başlamak umuduyla memleketlerinden kaçmaya iten çeşitli nedenler var: Yoksulluk, açlık, iç savaşlar, siyasi baskılar, zulüm... Bu şartlar altında yaşamlarını sürdüremeyen umutsuzlar, çareyi evlerini terk edip Avrupa yollarına düşmekte buluyorlar.
İnsan kaçakçılarına adeta teslim olmak zorunda kalan bu zavallıların talihi yaver giderse, Lambedusa adasına -veya Sicilya’daki başka noktalara- ulaşırlar. O kadar şanslı olmayanlar, derme çatma teknelerin batması
Türkiye’nin uzun menzilli hava füze savunma sistemi için bir Çin firmasını seçtiğine ilişkin haber üzerine içeride ve dışarıda başlayan tartışmalar arasında resmi ağızların verdiği mesaj şu: “Durun, acele etmeyin. Henüz kesinleşmiş bir karar yok. Bize en uygun şartları teklif eden Çin firmasıyla olası bir anlaşmanın detaylarını müzakere edeceğiz. Ama diğer şirketler (ABD, Fransız-İtalyan ve Rus) dışlanmış değil. Bu süreçte onlar da yeni önerileri varsa ortaya koyabilirler”...
Üst düzey yetkililerin son günlerde verdiği bu mesajın anlamı, Çin şirketinin ihaleyi kazanmasıyla sözleşme bağlamında her şeyin bitmediği ve yeni başlayan sürecin ucunun açık tutulduğudur.
Ne var ki, işin ilk aşamasında ihalenin Çinliler tarafından kazanıldığının resmen açıklanması, Türkiye’nin bu yöndeki tercihinin sebeplerini de açıkça ortaya koymuştur.
***
Sebeplerden biri fiyattır. Çin firması 4 milyar dolar yerine 3.4 milyar dolara razı oluyor. İkinci neden ise, Çin önerisinin Türkiye’ye teknoloji transferini de kapsayan bir ortaklık içermesidir.
Çin tercihini kolaylaştıran bu iki şart, Türkiye’nin öne sürdüğü kriterlere ve taleplere uygun. Herhalde bunda en çok ağır basan da ikinci
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın demokratikleşme paketi ile ilgili açıklamasının, Türkçe ve Kürtçe dışında, İngilizce ve Arapça dillerinde de yayımlanması, akıllıca bir iş oldu. Böylece dış dünyanın paketin içeriğini anında öğrenmesi sağlandı.
Brüksel’deki AB merkezinde, Türkiye ile ilgili yetkililer olayı İngilizce yayından izlediler. Bu onlara kısa zamanda ilk tepkilerini basınla paylaşma olanağını verdi.
Bu açıklamanın zamanlaması AB açısından, önemli. Komisyon iki hafta sonra Türkiye ile ilgili İlerleme Raporu’nu yayınlayacak. Ve tabii bu pakete de yer verecek.
Diğer önemli bir nokta, paketin birçok AB çevrelerinde Gezi olayının yol açtığı olumsuz tepki ve etkilerinin ardından gelmesidir. Ankara’nın umudu, paketin bu olumsuz izleri sileceği ve Türkiye lehinde daha iyi bir imaj yaratacağıdır.
***
Dün gerek Komisyon yetkililerinden, gerekse Avrupa Parlamentosu’nun çeşitli partilere mensup üyelerinden gelen tepkiler, genel hatlarıyla olumlu. Paket, AB’nin ısrarla üzerinde durduğu kriterlerin ve reform taleplerinin doğrultusunda atılmış bir adım olarak görülüyor.
AB yetkililerinin gözünde Kürtçe dili, seçim barajı gibi konulardaki ilerlemeler, memnuniyet verici.
Somali kökenli El Şebab tedhişçilerinin kanlı saldırısına hedef olan Kenya başkenti Nairobi’deki alışveriş merkezinin enkazı henüz kaldırılırken, bir başka Kara Afrika ülkesinde, Nijerya’da, üniversite yurdunda gece yarısı uyumakta olan öğrenciler, Boko Haram adlı terör örgütünün katliamına uğradı.
Bize daha yakın coğrafyaya gelelim: Pakistan’da aynı gün, haftanın üçüncü intihar saldırısı oldu. Irak’ta bombalar bu kez Erbil’de patladı.
Bütün bu olaylarda, çoluk çocuk yüzlerce kişi hayatını kaybetti, yüzlerce kişi yaralandı veya sakat kaldı.
Bunların nüfus çoğunluğu Müslüman olan ülkelerden kaynaklanması düşündürücü. Dikkat çekici diğer bir nokta da, bu tür uluslararası terörün sınır tanımaması. Ayrıca yakın zamana kadar daha çok geniş Ortadoğu bölgesinde odaklanan bu tür terör eylemleri şimdi Afrika’nın doğusuna ve batısına kadar uzanıyor.
Nereden nereye...
Kanlı eylemlerin öylesine geniş uluslararası bir nitelik almasında esas rolü oynayan El Kaide’dir. Günümüzde bu örgüt kendi safında topladığı çeşitli ülkelere mensup radikal unsurlarla, bizzat uluslararası bir hareket halini almıştır.
Suriye bağlamında herkes şu sırada kimyasal silahlar meselesiyle uğraşırken, İslamcı muhaliflerin yaptığı açıklama, “sahada” durumun ne kadar ciddi olduğunu ortaya koydu.
Birleşmiş Milletler diplomatları kimyasal silahlar konusunu tartışa dursunlar, bir kısmı El Kaide’nin uzantısı olan toplam 11 radikal örgütün oluşturduğu bir ittifak, Türkiye’nin de büyük çabasıyla geçen yıl kurulan “Ulusal Koalisyon’u tanımadığını ve artık onun safında yer almayacağını” ilan etti. Bu blokun hedefi silahlı mücadelesiyle Esad rejimine son vermek ve ülkeye onun yerine şeriat düzenini getirmektir.
El Nusra Cephesi adlı El Kaide’ci örgütün başını çektiği bu blok, artık koalisyonun askeri kanadı olan yüksek komutanlığı da tanımıyor. Zaten bir süreden beri bu gruba mensup savaşçılar kendi stratejilerine göre hareket etmişler ve özellikle Kuzey Suriye’deki birçok yerde kendi hâkimiyetlerini (ve şeriatçı düzeni) kurmuşlardır.
Şimdi yeni İslami ittifak, resmen ilan ettiği kararla, hem askeri, hem siyasi alanda ulusal koalisyondan ve Özgür Suriye Ordusu’ndan bağımsız olarak mücadelelerini sürdürecekler.
Radikaller hâkim
Bu gelişme her şeyden önce Esad rejimine karşı olan çeşitli muhalif
Geçen haziranda Hasan Ruhani İran’ın Cumhurbaşkanı seçildiğinde, onun reformcu ve pragmatik önderliğinde, ülkenin iç ve dış politikasında önemli değişikliklerin yer alabileceği tahmin edilmişti.
Gerçekten Ruhani böyle bir yola girdiğini göstermek için hiç zaman kaybetmedi. İçeride siyasi havayı yumuşatacak ilk adımları attı, bazı siyasi tutukluların serbest bırakılmasını sağladı. Dışarıda bir diplomatik atağa geçti, dostluk mesajları gönderdi ve bu arada Başkan Obama ile de mektuplaştı.
BM Genel Kurulu toplantısı, yeni İran liderine bu kampanyasını hızlandırmak ve yoğunlaştırmak fırsatını verdi. New York’a giden Ruhani, Genel Kurul’daki konuşmasıyla, dünya örgütünün odak noktası oldu. Sorunlara daha esnek yaklaşımı ve yumuşak üslubu ile Ruhani’nin bu sözleri uluslararası camianın ve özellikle Batı’nın İran’la yeni bir yakınlaşma sürecinin yolunu açtı.
***
Sonuçta şimdi Güvenlik Konseyi’nin 5+1 grubu ile İran arasında nükleer sorun üzerinde müzakereler başlıyor. Gene bu sayede New York’ta birçok ülkenin liderlerinin Ruhani ile görüşmesi mümkün oluyor.
İran lideri bu fırsatı etkin bir “halkla ilişkiler” faaliyeti için değerlendirmekte gecikmedi. ABD medyasına verdiği
Mısır’da yargının Müslüman Kardeşler’in (İhvan) tüm faaliyetini yasaklamaya karar vermesi, sürpriz olmadı.
Temmuz darbesinden sonra askeri yönetim esasen İhvan’ı -ve onun desteğiyle iktidara gelen cumhurbaşkanı Muhammed Mursi’yi olduğu gibi- saf dışı etmekte gecikmemişti. Müslüman Kardeşler’in düzenlediği protesto gösterileri ve onu izleyen kanlı olaylar, yeni rejime, İhvan’ı kapatmak fırsatını verdi.
Kahire’deki Acil İşler Mahkemesi’nin aldığı karara göre sadece Müslüman Kardeşler teşkilatı kapanmıyor, aynı zamanda ona bağlı sosyal hizmet kurumları dahil çeşitli kolları yasaklanıyor, bütün mal varlığına ve mali kaynaklarına da el konuyor.
Barışçı, sabırlı...
Bu İhvan’ın 85 yıllık tarihinde yediği ilk darbe değil. Müslüman Kardeşler 1954’te Nasır zamanında yasa dışı ilan edilmiş, yıllarca yer altında, farklı isimler altında ve daha çok sosyal ve kültürel faaliyetini sürdürmüştü.
Mısır’a dini esaslara dayalı bir yapı ve şeriata uygun bir yaşam tarzı getirmek amacını güden İhvan’ın özelliği, bunun için barışçı yolu tercih etmesi ve şiddete karşı çıkmasıdır. Diğer bir özelliği de, en yasakçı ve baskıcı rejimler altında dahi hep sabırlı davranmış olmasıdır.
Sonuç, Angela Merkel’in kendi deyişiyle, bir “süper zafer”... Pazar günkü seçimlerden 59 yaşındaki şansölyenin başında bulunduğu muhafazakâr CDU-CSU blokunun birinci parti olarak çıkacağı tahmin ediliyordu. Ama bu kadar yüksek oranda değil.
Aslında Hıristiyan Demokratlar bu başarıyı, büyük ölçüde Merkel’e borçludurlar. Bu, Angela’nın zaferidir.
Gerçekten CDU’nun bu kez bir oy patlamasıyla yüzde 42’lik bir sonuç almasında, Merkel’in güçlü kişiliğinin ve parlak performansının büyük payı var.
Nitekim geçen akşam sandıklar kapandıktan sonra yapılan anketlerde, Hıristiyan Demokrat seçmenlerinin yüzde 70’inin oylarını Merkel’e (veya Merkel’in şahsında muhafazakâr partiye) verdiklerini beyan ettiler.
Kadın şansölyenin karizmasının yanı sıra “süper zaferi” sağlayan diğer önemli bir sebep, ekonominin iyi olmasıdır. Avrupa’nın birçok ülkesi kriz içinde kıvranırken, Alman ekonomisi güçlenmeye devam etti. İşsizlik gibi sorunlar devam etmekle beraber, Almanlar genelde refah seviyelerini korumayı, hatta yükseltmeyi başardılar.
Avrupa’nın lideri