Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nun her yıl eylül ayında yeni dönem çalışmalarına törenle başlaması bütün gözlerin örgütün New York’taki merkezine çevrilmesine yol açar. Bu açılış 193 üye ülke liderlerinin bir araya gelmesini, çeşitli sorunlar üzerindeki görüşlerini açıklamalarını ve yoğun ikili görüşmelerde bulunmalarını sağlar.
Önümüzdeki salı açılacak Genel Kurul toplantıları, BM‘nin kritik dünya meselelerinin hallinde rolü konusunda ciddi şüphelerin ve güvensizliğinin hâkim olduğu bir ortamda yapılıyor. Dünya teşkilatının Suriye krizindeki aczi, bunun en canlı son örneği.
Birleşmiş Milletler’in 68 yıllık tarihinde iyi bir performans gösterdiği haller dışında, böyle başarısızlıklar sergilediği epey olay var. Bu da dünya kamuoyunda düş kırıklığı ve umutsuzluk yaratıyor.
BM’nin rolü
Zaman zaman -örneğin halen Suriye sorununda olduğu gibi- “BM neye yarıyor?” gibi yakınmaların duyulması doğal. Ne var ki, örgüt her anlaşmazlığı çözecek, her çatışmayı durduracak bir yapıya sahip değil. BM’nin emrinde hazır bir ordusu yok. BM devletler üstü bir statüye sahip değil. Burada her üye ülke tutumunu kendi çıkarlarını da gözetleyerek belirliyor. Üstelik Güvenlik Konseyi’nde
Suriye’deki iç savaş giderek Türkiye için yeni ve tehlikeli boyutlar alıyor. Son gelişme, sınıra yakın Suriye kasabası Azaz’ın El Kaide’nin uzantısı olan bir grubun eline geçmesidir. Olayın önemli ve kaygı verici yanı, “Irak-Levan İslam Devleti” adlı grubun bu bölgeye hâkim olmak için, Türkiye’nin aktif desteğine sahip olan Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) savaşçılarıyla çarpışmasıdır.
Aslında ÖSO Esad rejimine karşı çeşitli unsurları aynı safta toplamayı amaçlıyordu. Ancak son zamanlarda El Kaide ile bağlantılı grupların kendi başlarına hareket ettikleri ve farklı amaçlı eylemlerde bulundukları görüldü.
Son olay, ÖSO savaşçılarıyla, İslamcıların karşı karşıya geldiğini ortaya koyuyor. Dolayısıyla Suriye’deki iç savaş bir yandan ÖSO ile Esad’ın ordusu arasında devam ederken, diğer yandan İslamcılarla Kürtler, şimdi de ÖSO ile İslamcılar birbirleriyle çatışıyor.
***
El Kaide ile bağlantılı grupların Türk sınırına yakın bölgede varlık göstermesi ve stratejik noktaları ele geçirmesi, Türkiye’nin güvenliği açısından tehlikeli bir durum oluşturuyor. Bu böyle devam ederse, Türkiye pratikte El Kaide ile sınırdaş hale gelmiş olacak!
Bunun böyle olacağı belliydi. El Kaide’ci
İç ve dış sorunlarla dolu yoğun gündem arasında, AB ile ilişkiler konusu adeta unutuldu gitti. Geçen perşembe (12 Eylül) Türkiye ile AB arasındaki bağların temelini atan “Ankara Antlaşması”nın 50. yıldönümü dahi bu arada kaynayıverdi. “Günün mana ve ehemmiyeti” üzerinde ne bir toplantı düzenlendi, ne bir konuşma yapıldı. Medya da yıldönümünü pas geçtiği için, kamuoyu da olayın farkına bile varmadı...
Bunun nedeni sadece Türkiye’nin tüm dikkatini Suriye’den demokrasi paketine kadar çeşitli güncel meseleler üzerinde odaklanmış olması ve başka konularla ilgilenecek vakit bulmaması değil. Esas sebep, Türk halkı gibi, hükümetin ve siyasetçilerin de artık AB ile ilişkiler meselesine kayıtsız kalmasıdır. Diplomatlar bunu “AB yorgunluğu” diye nitelendiriyorlar. İsterseniz “AB bıkkınlığı” da diyebilirsiniz...
Oysa 12 Eylül 1963’te Ankara Antlaşması imzalandığı zaman, Türkiye’de Avrupa topluluğuna girmek konusunda büyük bir heyecan ve coşku vardı. Türkiye için Avrupa ile bütünleşmek bir vizyon ve öncelikli temel bir stratejik hedefti.
Geriye bakılınca...
Elli yıl sonra, bugün gelinen noktada Türkiye hâlâ AB kapısında bekliyor. Etraftaki ülkeler dahi Brüksel’de kendilerine
Suriye meselesinde ideal çözüm, öncelikle ateşin kesilmesi, tarafların masaya oturup uzlaşması ve kısa bir geçiş döneminden sonra Esad’sız yeni bir yönetimin kurulmasıdır. Prensipte 1. Cenevre Konferansı’nda varılan, fakat sonradan çıkan uyuşmazlıklar nedeniyle gerçekleşmeyen mutabakat da buydu.
Eğer o zaman silahlar sussaydı ve siyasi çözüm yolu açılsaydı, kimyasal silahlar sorunu ortaya çıkmayacaktı. Geçen ay bu silahlar kullanılınca dünya nihayet ayağa kalktı. Sonuçta ABD ve Rusya’nın vardığı ve Esad yönetiminin de kabul ettiği anlaşma ile, Suriye’nin elindeki bütün kimyasal silahların teslimine ve imhasına karar verildi.
Bu aslında arabayı atın önüne koymak gibi bir şey. Doğrusu yukarıda da belirttiğimiz gibi, önce ateşkes ve barış sürecinin gerçekleşmesi idi. Şimdi Suriye krizinin sadece bir unsuru ele alınıyor ve Suriye trajedisinin esas nedenini oluşturan iç savaşın eski şekli ve hızı ile devam etmesine göz yumuluyor.
Şimdi kimyasal silahların tespiti, denetimi, imhası gibi işlemlerin böyle bir iç savaş ortamı içinde yapılmasının zorluğu ortada...
Zaman kazanıyor
Ne var ki işe bu şekilde tersinden başlamış olmak, alınan kararın önemini küçümsemez. Esad’ın
Suriye ile ilgili son diplomatik gelişmeler üzerindeki dünkü yazımızı şu soru ile noktalamıştık: “Diyelim ki kimyasal silahlar sorunu halledildi. Ya iç savaş ne olacak? Akan kanın durması nasıl sağlanacak?”
Halen bütün diplomatik çabalar kimyasal silahların uluslararası denetim altına konması üzerinde odaklanmış bulunuyor.
Başkan Obama’nın askeri müdahale kararını -en azından şimdilik- askıya alması sonucunda Beşar Esad’ın nasıl cezalandırılacağı değil, kimyasal silahların onun elinden nasıl alınacağı ve yok edileceği tartışılıyor.
Şu anda Suriye’de her gün yüzlerce kişinin ölümüne yol açan iç savaşın nasıl durdurulacağı konusu gündemde değil. Suriye’de hayatı normale çevirecek olan bir siyasi çözüm planı da henüz ortalarda yok...
Geçen ay kimyasal silahların kullanılması, her nasılsa uluslararası camiayı harekete geçirdi ve sonuçta bu konu öncelikle masaya yatırıldı. Şimdi diplomatlar bu başlayan sürecin, esas siyasi çözüm arayışlarının -ve Cenevre-2 konferansının- yolunu açacağı umudunu taşıyor.
Bu olur mu, olmaz mı, bunu şimdiki ABD-Rusya görüşmelerinin gidişatı gösterecek.
Hafta başına kadar hep ABD’nin Suriye’ye karşı bir askeri müdahalesinden bahsediliyordu. “Sınırlı operasyon” için her şey hazırdı. Sadece Kongre’nin Başkan Obama’nın “vur” emrini onaylaması bekleniyordu...
Hafta ortasında her şey değişti. Rusya Esad yönetimini kimyasal silahlarını uluslararası denetim altına alınması konusunda ikna etti. Obama bu yeni durum karşısında harekât planlarını askıya aldı ve Rusya ile masaya oturmayı kabul etti...
Şimdi olay, böyle bir noktada. Yani askeri harekât yok, müzakere var.
Bu Putin’in fikriydi. Onun istediği oldu. Diğer bir deyişle Rusya bu diplomatik ataktan kazançlı çıktı. Şöyle ki:
- Putin, ABD’nin Suriye’ye karşı olası askeri müdahalesini önledi. Böylece yakın dostu Beşar Esad’a bir nevi cankurtaran simidi uzatmış oldu, ona yeni bir güç ve zaman kazandırdı.
- Rus lideri, inisiyatifi ele aldı ve diplomasiyi ön plana çekti. Böylece bir küresel güç olarak barışçı amaçlarla önderlik rolünü üstlendiğini göstermek fırsatını buldu.
Her şey, ABD Dışişleri Bakanı John Kerry’nin geçen hafta sonu Londra’da bir basın toplantısında sarf ettiği bir cümle ile başladı. Bakana göre “Suriye kimyasal silahlarını uluslararası topluma teslim ederse, ABD askeri müdahaleden vazgeçebilir.”
Bu çarpıcı sözler duyulur duyulmaz, Washington’da bir yönetim sözcüsü bu ifadenin “sözün gelişi bir argüman” olarak kullanıldığını belirtmek zorunluluğunu duydu.
Oysa bu sözler gelişigüzel değil, bilinerek söylenmişti. Belli ki Kerry spesifik olarak bu konuyu daha önce Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov ile yaptığı görüşmelerde de ele almıştı. Nitekim Lavrov, Kerry’nin demecinden bir gün sonra, Moskova’ya davet edilen Suriye Dışişleri Bakanı Velid Muallim ile aynı konuyu konuştu ve Şam yönetiminin kimyasal silahlarının uluslararası denetim altına alınmasını kabul etmesini istedi. Muallim bunu kabul ederken, amacın “ABD’nin Suriye’ye saldırmasını önlemek” olduğunu da itiraf etti...
Böylece, taraflar arasındaki paslaşma sonucunda, Suriye ile ilgili olayların akışı yön değiştirmiş ve “askeri müdahale” önceliğinin yerini “uluslararası diplomasi” almış oldu.
***
Uluslararası camiada sanki böyle bir an bekleniyormuş gibi bir
Başkan Obama siyasi hayatının en kritik, en zor haftasını yaşıyor. Önümüzdeki birkaç gün içinde Suriye’ye askeri müdahale konusunda vereceği karar, hem kendi kariyerinde hem de ABD ve dünya politikasında çok şey değiştirecek.
Askeri operasyon ile ilgili karar kendi başına ağır sorumluluk yükleyen, çok güç bir tercih. Obama’nın bu sorumluluğu Kongre ile paylaşmak istemesi, aslında bu zorluğu daha da arttırdı. Çünkü Kongre, aynen Amerikan halkı gibi, Suriye’ye karşı askeri bir harekâta girişmek konusunda, Obama yönetiminin hevesini paylaşmıyor.
Bu nedenle Başkan işe, halkı ve temsilcilerini ikna kampanyası ile başlamak zorunda. Obama dün ülkenin belli başlı televizyonlarında konuştu. Bugün Beyaz Saray’dan “ulusa seslenecek”. Yarın Temsilciler Meclisi toplanıp askeri müdahale ile ilgili tezkereyi görüşecek. Bu arada Obama Meclis ve Senato üyeleriyle telefonla görüşüp onların tek tek “evet” oyu vermelerini sağlamaya çalışacak.
***
NBC’nin son anketine göre, Temsilciler Meclisi’nde kararsızlar bir yana bırakılırsa, müdahaleye karşı olanlar çoğunlukta. Aslında Senato’da da durum (daha az farkla da olsa) aynı. Karşı çıkanlar arasında çok sayıda Demokrat da var. Bu da tabii