Doğrudan konuya gireceğim. Mehmet Aslan kimdir? Oyuncu ya da sunucu mudur? Eski bir yarışmacı mıdır? Yoksa sadece ünlü bir gazinocunun oğlu mudur? Kimdir bu Mehmet Aslan? Bu kadar kabiliyetsiz olmasına rağmen neden hâlâ televizyondadır?
Sırf bu adam yüzünden magazinsel adalet kavramına olan inancımı iyice kaybediyorum. Hani doğal seleksiyon diye bir şey vardı? Hani güçsüz ya da beceriksiz olan, ortama ayak uyduramayan kendiliğinden yok oluyordu? Hani televizyon, işini kötü yapanı asla affetmezdi? O zaman neden ben hâlâ televizyonu açtığımda bu adamı görüyorum!
Adını ilk kez Çağla Şikel ile çıktıkları dönem duymuştuk. O zaman dahi “Gazinocular Kralı Fahrettin Aslan’ın oğlu” olarak tanıtılıyordu medyada. Yani iki büyük becerisi vardı, biri ünlü bir mankenle birlikte olmak diğeri ünlü bir işadamının oğlu olmak. Sonra yeterince ünlenmiş olacak ki playboy olarak anılmaya başladı. Yani bu sefer de birlikte olduğu güzel kadınların sayısı sayesinde medyada yer buldu. Türk medyası için bu kadarı yeter
Tüm dünyanın gözü ve kulağı bugün başlayan 2008 Pekin Olimpiyat Oyunları’nda. Benim hayal gücümse bugün bu olimpiyatlara gerçek sporcular yerine başka branşlarda ünlenmiş Türkleri yollamak istiyor...
Atletizm: Hapishane avlusunda attığı voltalarla övünmekten bir türü vazgeçmeyen ve nefes aldığı her saniyede bu tecrübesiyle prim yapmaya çalışan Tuğba Özay, atletizm branşındaki ilk adayım. Konuştuğu kadar çok volta atmışsa oldukça idmanlı olmalı, bence maratonda veya yürüyüşte bize madalya getirebilir. Ayrıca her fırsatta 120 cm bacak boyu ile Türkiye’nin en uzun bacaklı mankenlerinden biri olduğunu söyleyen Ece Gürsel’in de, o bacaklarla uzun atlamada başarılı olabileceğini düşünüyorum. Mutlaka denemeli!
Atıcılık: Biliyorum aynı şey değil. Ama attığı laflarla ve sivri diliyle hepimizin aklında yer eden Arto ve Armağan Çağlayan da dil güçlerini başka kaslarına aktarabilirlerse bu alanda çok başarılı olabilirler belki!
Binicilik: İçimden önce
Uslanmaz bir romantik olmama rağmen ben bile evliliklerin “Ölüm bizi ayırana dek” iyimserliğini yitirdiğinin farkındayım. Biliyorum aşk evliliklerinin yerini mantık evlilikleri alalı uzun yıllar oldu. Evlenme nedeni ne olursa olsun boşanma oranlarının her geçen gün biraz daha arttığı da açıkça ortada. Ama Türkiye İstatistik Kurumu’nun rakamlarına göre, boşanmaların yüzde 42.6’sı’nın yani neredeyse yarısının evliliğin ilk 5 yılında gerçekleşmesinin verdiği mesajı bir türlü kabul edemiyorum. Bir zamanların en büyük tabusunun günümüzün en doğal kavramlarından biri olması değil derdim. Ben bir evliliği sürdürmek için harcanan emeğin git gide azalmasına bozuluyorum.
Cesaret veriyorlar Biliyorum her kötülüğün anası değil magazin ve ünlüler dünyası. Ama trendleri başlattıklarını, insanlara cesaret verdiklerini, hatta bazen de yol gösterdiklerini inkâr edemezsiniz. Tamam belki kimse televizyonu açıp “Aaa Seda Sayan yine boşanmış, ben de artık bu adamı boşayayım”
Hani nerede bir doktor yakalasak ayak üstü muayeneyi beleşe getirmek için başlarız ya sıkıntılarımızı anlatmaya, işte gazetecilik de bu açıdan doktorluğa benzer bazen. Hükümete gıcık, sokağındaki kaldırımdan şikâyetçi, İstanbul trafiğinden bıkmış ya da ünlülerden birine takmış biri nerede bir gazeteci yakalası “Ya şu ....’yı yazsana bu hafta” diye başlar lafa. Kimi yükseltemediği sesinin yerine geçmemizi ister, kimi de güzel bir konu önerisi yaparak gazeteciye gerçekten iyilik yapmayı hedefler. Genelde yarım kulak dinler ve gülerim hepsine. Ama içlerinden biri var ki, o ne zaman “Minnoş bu hafta şunu yazsana” dese, pür dikkat dinlerim. Çünkü o bugüne kadar tanıdığım en zeki insanlardan biridir. Şu ana kadar önerdiği konulardan birini yazmak nasip olmamıştı ama bugün son önerisine değinmeden edemeyeceğim.
Dört saniyelik isim
Şu aralara ING Bank’ın oldukça uzun bir reklamı dönüyor televizyonlarda. Başrolünde de sevimli aşçı Max var. Reklamın verdiği mesaj ve başarısı
Annemin en sevdiğim öğütlerinden biri “Mal gider maymun kalır, evleneceğin adamı mal varlığına göre değil ona olan sevgi ve saygına göre seçmelisin” cümlesi olmuştur. Bu yüzden daima erkeklerin kültür veya zekâ seviyelerine göre değil kredi kartlarının çeşitlerine göre sınıflandırıldığı ortamlardan kaçmaya önem vermişimdir. Ama buna rağmen hayatım boyunca onlarca zengin koca avcısı kadın ile karşılaştım. Tıp fakültesinin kantininde takılanlardan, İstanbul’un en pahalı spor kulübüne üye olanlara, en pahalı mekânlarında boy gösterenlerden paralı üniversitelerin festivallerini kaçırmayanlara kadar çok çeşitli zengin avcısı kız tanıdım. Farklı yöntemlerle aynı amaç için savaşan bu kızlara hep acımışımdır...
Ama geçenlerde duyduğum bir hikâye bu tip kızlara duyduğum acıma ve tiksinme duygusunu azaltmasa da beni bir hayli şaşırttı. Son model spor arabasını satmak için gazeteye ilan veren bir arkadaşım gazete ilanına arabanın markasını, modelini, km’sini ve kendi cep telefonunu
Doğup büyüdüğünüz şehri düşünün. Özlediğiniz sıcak insanlarını, minik sokaklarını, dostane dükkanlarını. Şimdi de o şehrin duvarlarının, o şehri ünlü yapan özelliğin küçümsendiği bir pankartla kaplandığını düşünün. Mesela Bursalıysanız tüm Bursa’nın bilboard’larında “Biz İskender yapmıyoruz” ya da İznikliyseniz “Biz çini yapmıyoruz”, Mersinliyseniz “Biz tantuni yapmıyoruz” yazdığını düşünün. Şimdi söyleyin bu pankart bedava bir şey dağıtsa bile alır mısınız?
Adana’dan çok sevdiğim bir arkadaşım ile telefonda konuşuyorduk geçenlerde. Bana Adana’daki billboardların yarısında “Biz kebap yapmıyoruz” yazan Hürriyet Emlak afişleri olduğunu söyledi. Sonra da haykırdı “İsteseniz de yapamazsınız zaten!” Onun bu tepkisini bir Adanalı olarak çok iyi anladım ve bana yönelttiği “Kebap yapmak çok kolay ve sıradan bir şey de emlak satmak çok zor mu demek istemiş şimdi bunlar?” sorusuna verecek bir cevap bulamadım.
Hürr
Bir zamanlar 18 yaşına gelip de hala evlenmemiş kızlara evde kalmış gözüyle bakılırmış. O zamanlar -en azından büyük şehirlerimiz için- geride kaldı. Peki günümüz modern dünyasında kadınlar için hala bir “evde kaldı” yaşı var mı? Varsa kaç? Ve bu damgayı yememek için benim ne kadar vaktim var?
Çocukken abimin arkadaşlarıyla gezdiğim ve liseyi bitirir bitirmez iş hayatına atıldığım için hep kendimden büyük arkadaşlarım oldu. Yani hep yaşım sorulduğunda “Aaa sen daha küçükmüşsün” cevabıyla karşılaştım... Ama geçen hafta 25’imi bitirdim. Artık 30’uma 20’ime olduğundan daha yakınım. Yo henüz kompleks yapmadım. Ama acaba yapmalı mıyım?
Adana’daki arkadaşlarımın yarısının evlendiğini yarısının da nişanlandığını duydum. Anneannem de yavaş yavaş “Artık evlenme yaşın geldi” demeye başladı. Hatta kendimi bildim bileli beni erkek sineklerden dahi kıskanan babam bile hayatımda biri olup olmadığını sordu. Ama bardak, bana hep “Evleneceksin de ne olacak, istersen hiç evlenmeyebilirsin”
Bir zamanlar mutlu olan çift öyle ya da böyle, kavgalı veya mantıklı, olaylı ya da sessizce ayrılır. Aralarında ne yaşanmış olursa olsun artık önemli olan kimin kimi daha çabuk unutacağıdır. Sonrasında ise süreç şöyle işler. İlk sevgilisi olan kişiye hemen “Acaba aldattı mı” suçlaması yapıştırılır. Böylece diğer tarafa da otomatik olarak mağdur imajı kalır.
Eğer mağdur olarak görülen bu kişi bir an önce iyi repütasyonu olan bir manita yapmazsa bu mağduriyet durumu bir anda eziklik durumuna dönüşebilir. Böylece doğru olsa da olmasa da hakkında çıkacak olan, “Eski sevgilisini bir türlü unutamayan filanca yine yalnız başına görüntülendi” haberlerinden kurtulamaz.
İlk evlenen daha şanslı
Ama asıl sorun eski sevgilinin hızlı hareket edip daha önce evlenmesiyle yaşanır. Böylelikle eziklik resmiyet kazanır. Çünkü bilindiği gibi tüm Türkiye’nin kalbinde evlilik kutsal bir bağdır ve sonsuza kadar mutlu yaşamanın ilk adımı olarak kabul edilir. Bu yüzden de ilk evlenen paçayı