Hani nerede bir doktor yakalasak ayak üstü muayeneyi beleşe getirmek için başlarız ya sıkıntılarımızı anlatmaya, işte gazetecilik de bu açıdan doktorluğa benzer bazen. Hükümete gıcık, sokağındaki kaldırımdan şikâyetçi, İstanbul trafiğinden bıkmış ya da ünlülerden birine takmış biri nerede bir gazeteci yakalası “Ya şu ....’yı yazsana bu hafta” diye başlar lafa. Kimi yükseltemediği sesinin yerine geçmemizi ister, kimi de güzel bir konu önerisi yaparak gazeteciye gerçekten iyilik yapmayı hedefler. Genelde yarım kulak dinler ve gülerim hepsine. Ama içlerinden biri var ki, o ne zaman “Minnoş bu hafta şunu yazsana” dese, pür dikkat dinlerim. Çünkü o bugüne kadar tanıdığım en zeki insanlardan biridir. Şu ana kadar önerdiği konulardan birini yazmak nasip olmamıştı ama bugün son önerisine değinmeden edemeyeceğim.
Dört saniyelik isim
Şu aralara ING Bank’ın oldukça uzun bir reklamı dönüyor televizyonlarda. Başrolünde de sevimli aşçı Max var. Reklamın verdiği mesaj ve başarısı tartışılır ama tüm bunların dışında dikkatleri çeken bir şey daha var ki o da, Max’in kendini tanıttığı birkaç saniye. “Benim adım Maximillian Joe Wilhelm Thomae” diye başlıyor lafa. Televizyon reklamlarının birim saniye fiyatlarının 90 YTL’den başlayıp 1.500 YTL’ye kadar ulaştığı bir dönemde oldukça fazla kanalda ve oldukça sık gösterilen bu reklam sayesinde, sevimli aşçı kesinlikle Türkiye’nin en pahalı isimlerinden birine sahip oldu. Minnoş’un tespiti çok yerinde. Neredeyse dört saniye süren bu ismin maliyeti ING Bank’a pahalıya patlamış olmalı...
Yazarların imza maliyeti
Pahalı isimlerden bahsedince benim de aklıma köşe yazarlarının imza maliyetleri geldi. Belki sizin de dikkatinizi çekmiştir son zamanlarda yazarların fotoğraflı imzalarının (klişelerinin) boyutları git gide büyümeye başladı. Rekor Mehmet Yılmaz’ın 63.25 santimetre karelik imzasında sanırım. Bu imzanın günlük değeri yaklaşık 1000 YTL + KDV’ye denk geliyor. Bu hesapla “Mehmet Y. Yılmaz” da en pahalı isim unvanı için ikinciliğe sahip olabilir.
Ter kokma ve koklama fobisi
Yaz aylarıyla birlikte ter kokma ve koklama fobim de alevlendi. Toplu taşıma araçlarını daha sık kullandığım yıllarda sırf bu yüzden nefret ederdim yaz aylarından. Ter kokan insanlarla sıkış pıkış kapalı bir alanda kalmak kâbusum olurdu.
Bu yaz işim ve evim birbirine yakın olduğu için toplu taşıma araçlarına ihtiyaç duymuyorum. Ama şimdi de asansörlerde aynı sorunla karşılaşıyorum. İçimden “İnsanlar neden deodoran kullanmıyor!!!” diye bağırmak geliyor.
Bir deodaran markası bu sorum üzerine araştırma yapmış ve cevapları bulmuş: ‘Ben terlemiyorum’, ‘Benim terim kokmaz, “Kimse bana ter koktuğumu söylemedi, ‘İhtiyacım yok...’
Araştırmayı yapan firmaya yani Rexona’ya teşekkürlerimi sunuyorum. Elbet kendi çıkarları için yapmışlar bu araştırmayı ama bu noktada Rexona ile burnumun direğinin çıkarları örtüştüğünden bence sorun yok.
Şimdi bu araştırma sayesinde deodaran kullanmayan insanlara bir çağrıda bulunabilirim:
Çok kötü kokuyorsunuz! İnsanların sizden tiksinmesi ihtimalini göze almaktansa üç beş lira verip bir deodaran almayı tercih edin, ne olur!