Üzerinden beş gün geçti. Geçti geçmesine ama ya o etkisi... Etkisi geçmek bilmiyor... Ne bayramdı öyle? Adı gibi şeker tadında geçsin derken, geriye kalplerde acısı sızısı kaldı. Televizyonu açan, gazete sayfalarını çeviren yıkıldı. Her yerde kaza vardı. Korkulan olmuş, yollar kan gölüne dönmüştü. Asfaltın rengi kırmızıydı!
Bu son olsun derken, haberler yağmur gibi yağdı, sonu gelmek bilmedi. Her ölüm haberi gülle gibi çarptı, adamakıllı sarstı.
Tadımız fena kaçtı
Afiyetle yensin diye özenle hazırlanan tatlılar boğazda düğümlendi. Tadımız fena kaçtı.
Bayramda ocaklarına ateş düşenlerin haline ise yürek dayanmadı. TV’den yükselen gözyaşları, ağıtlar evlerde yankılandı. O feryatlar sineye saplanan oktan farksızdı. Sevgilinin, anne-babanın, kardeşin ya da bir dostun ardından çaresiz yakarışlar, üzüntünün o karanlık tüneline aldı götürdü insanı, kahretti. Gözlerden süzülen yaşlar, görenleri de ağlattı. Bayramın insanı kıpır kıpır eden o heyecanı, yerini tarifsiz kedere bırakmıştı.
Oysa bayram sevinciyle, yakınlarına kavuşma özlemiyle yola çıkılmıştı. Her şey anlaşılmaz bir hızda bitivermiş, geriye ne bayram kalmıştı ne de tadı!
Arefeyle birlikte dört günün acı bilançosu: 98
Okul önlüklerinin henüz renklenmediği günlerdi. Önlükler gibi tahtalar da karaydı... Tebeşir tozu sınıflarda eksik olmazdı.
Sonradan renkli tebeşir de çıktı ama o zaman sadece beyazı vardı. Okulu ekmek isteyenlerin tebeşir tozunu ciğerlerine çekip ateşlendiğine inanılırdı. Hiç deneyeni görmedim ama efsane gibi kulaktan kulağa dolaşırdı.
Zil sesi de şimdikiler gibi şarkılı, türkülü, marşlı değildi. Derse giriş ya da teneffüs vaktini, açık gri önlükler içindeki müstahdemlerin ellerinde çınlattığı zil haber verirdi. Bir gün ansızın okula takılan elektrikli zilin sesine zor alışılmıştı...
Nereden nereye gelindi
O zamanlar silgiler kokusuzdu. Kurşunkalemlerin, 0.5, 0.7 gibi uçları olacağı kimsenin aklının ucunda bile değildi. Defter sayfaları talaş doluydu, sapsarıydı... Çantalar da tahtadandı. O tahta çantaların üzeri suni deriyle kaplandığında ve görüntüsüyle kafesi andıran plastik beslenme çantaları çıktığında ne sevinilmişti.
Fiskobirlik’in elinde kalan fındıklarla kuru üzüm dağıtılırdı bol bol. Süt tozunu da unutmamak gerekir, sulandırılır sulandırılır içilirdi. Teneffüsün vazgeçilmezi ise leblebi tozuydu. O toz çekildikçe ağızlar tatlanır ama sonrasında herkesi hapşırık
İzmir Büyükşehir Belediyesi de zor durumdakileri sevindirdi. Ramazan Bayramı öncesinde 47 bin aileye 150’şer TL olmak üzere toplam 7 milyon 50 bin lira dağıtıldı. Hesaplara yatırılan paraları almak için bankalara akın edilince uzun kuyruk oluştu. Bu yardımla bayramlık alınacağını ümit edip gelen çocuklar işte böyle yorgun düştü.
Geçtiğimiz günlerde gittiğim Konak Kaymakamlığı mahşer yeri gibiydi. Adeta insan duvarına çarpmıştım. “Bu da ne böyle” dedirten tuhaf bir kalabalık karşılamıştı beni. Daracık koridorda adım atacak yer yoktu. O insan selini aşmak için kan ter içinde kalıp güçlükle ilerlerken, “Bu kadar kişi neden burada acaba” sorusu zihnimi kurcaladı durdu. Bu görüntü sıradan bir manzara değildi. Olağan dışı bir durum olduğu kesindi. Yoksa bu kadar kişi neden gelecekti ve sırasını kaptırmamak için tüm gücüyle mücadele edecek, birbirleriyle kavga etmekten bile geri kalmayacaktı..?
Bu şaşırtan tablonun merak ettiğim perde arkası, nedenini sorduğum görevlinin açıklamasıyla aralandı. Sabahın köründe oraya akın akın gelinmesinin sebebi, kaymakamlık bünyesindeki vakıftan yardım alabilmekmiş. Oysa çoğu gençti ve sağlıklı görünüyordu. İçimden “Kriz yüzünden işsiz ve
İzmir yeni bir üniversiteye kavuşuyor. Gediz Üniversitesi önümüzdeki hafta kapılarını açıyor. Uzunca bir süredir devam eden hazırlıkları, bu yola nasıl heyecanla çıkıldığını iyi biliyorum. Çünkü kurucuları arasında yakından tanıdığım çok sayıda isim var.
Mütevelli Heyet Başkanı Abdullah Kavuk, beraber çalışma fırsatı bulduğum, hayırseverliğiyle ve iş dünyasındaki başarılarıyla bilinen örnek bir işadamıdır. Mütevelli heyetinde yer alan eski İçişleri Bakanı Kutlu Aktaş da danışmanlığını yaptığım dönemde çok şey öğrendiğim, benim için ayrı yere sahip bir isim... İzmir’in yıldız takımı gibi bu listede yer alan diğer isimlerden eski Devlet Bakanı Işılay Saygın, İzmir’e kazandırdıklarıyla gönüllerde taht kuranlardandır. O, yardımseverliğiyle İzmirlilerin “Işılay Ablası”dır... Siyasetin renkli simalarından ekonomi uzmanı Bilal Doğan’la Orkide Yağları’nı dünya markası yapan Ahmet Küçükbay’ı da unutmamak gerekir.
Tam bir kampus üniversitesi
Akademik eğitime yepyeni bir ufuk getirmek için ve daha da önemlisi hiçbir beklentileri olmadan el ele veren bu değerli isimlerin eseri üniversitenin son halini yakından görmemek olmazdı. Abdullah Kavuk’un işadamı kardeşi Şahin Kavuk’un adeta
Karşıdan karşıya geçeceksiniz. Yaya geçidinin başında, yeşil ışığın yanmasını bekliyorsunuz. Ve sonunda size geç işareti geliyor. Ben demiyorum, kurallar öyle diyor.
Tam adımınızı attığınızda o da ne, son sürat bir araç ne olduğunu bile anlamadan ayakkabınızın tozunu alıveriyor.
İkinci adımı atmış olsaydınız haliyle gerisini hatırlamanız imkansız. Neyse ki şimdilik kefeni yırttık, şükür ki ayaktayız, devam edelim.
Acelesi olan, kurallara kulak asmayan o arkadaşın yüzüne iyi bakın. Pişkin pişkin gülen, ağzı kulaklarındayken, “Nasıl da geçtim ama” diyen ifadeyi göreceksiniz. Bu sırıtma aynı zamanda, kırmızıda duran diğer sürücülere de, “Siz daha çok beklersiniz” anlamı taşıyor. Suça ortak etme, yalnız kalmama psikolojisi olsa gerek.
Nasıl da gururlu ve mutlu. Her halinden belli, önemli bir iş başarmış. Kurallara uymadık, saygı zaten hak getire, daha ne olsun!
“Corelli’nin Mandolini” filminde İkinci Dünya Savaşı’nda silah yerine müzik aleti tutan bir askerin öyküsü anlatılır. İşgal ettikleri Yunan adasında gönlüğü kaptırdığı kız ona şöyle der: “Kahramanlar savaşıyor, çarpışıp ölüyor. Sen ise mandolin çalıp şarkı söylüyorsun...”
Aslında söylemek istediği, “Sen nasıl bir askersindir?” Ama o, kurşun atmaktan sakınan, notaların evrensel diliyle konuşan bir komutandır... İnsanoğlunun en kirli icadı silahı sadece belinde taşıyan, müzik aletini ise savaşın ortasında bile yanından ayırmayan Yüzbaşı Antonio Corelli’dir o...
Bu sıradışı asker, gözünü hırs bürümüş, yok etmeye kararlı olanların peşinden gitmemektedir. Milyonlarca insanın bir hiç uğruna ölmesine alet olmamak için şarkılarla konuşur. Savaşta bile aşık olunabileceğini, güzel şeyler yaşanabileceğini bize gösterir. Çünkü hayat güzeldir...
Hafta sonu kapanan İzmir Fuarı’ndan bir fotoğraf bunları yazmaya itti beni. Bu köşede daha çok kentle ilgili konuları ele alıyorum. Ama bu sorun karşısında, yazmadan edemez, “kentle ilgisi yok” diyemezdim. Çünkü bu sorun hepimizi tehdit ediyor.
Hiç mi ders almıyoruz
O fotoğrafın derinliklerine indikçe dehşete düşüren korkutucu yanına gelelim
Seferihisar’da 10 Ağustos’ta çıkan yangın bin 90 hektarı kararttı. Alevlerin geçtiği yerlerin çoğu, daha önce de yanan ve 2002-2004 yılları arasında tekrar ağaçlandırılan bölgelerdi.
Önce tohum toprağa düşüyor. Hayat bulan çekirdek günler sonra filizleniyor, işte doğum anı... Yeşil göğün mavisiyle buluşuyor. Doğanın insana huzur veren o en güzel renkleri harmanlanıyor. Aradan 2 sene geçiyor. Ormanlarımızın süsü kızıl çam, dikilecek hale ancak bu kadar sürede geliyor. Tüm heybetiyle kök salacağı, göğe kucak açmaya devam edeceği yer seçiliyor. Narin fidan, alacağı canı çevresine saçacağı toprağa bırakılıyor. Tam 10 yıl çocuk gibi bakılıyor, korunuyor. Kardeşce ve özgürce yaşayacağı ormanda artık tek başına kalıyor.
Büyüyor yavaşça... Yetişkin bir ağaç olması için önünde uzun seneler var. 80 yaşına bastığında ancak büyümüş kabul ediliyor. Dile kolay, 80 yıl...
Zaman ilerledikçe daha da görkem kazanıyor. İğneli yapraklarını rüzgarın kollarına bırakıyor... Uzun köklerini asırlar boyu hüküm süreceği yere çakıyor. Çevresine efsunlu reçine kokuları yayıyor. Dallarını kuşlara açıyor... Yaşam kaynağı güneşin ışıklarıyla bir diğer hayat kaynağı oksijeni üretiyor. Güzelliğiyle
Dilimize yapıştı. “İzmir ne turizmde ne de sermaye akışında hak ettiği yerde değil” diye konuşup duruyoruz. Bu kentin potansiyelini görüp bir de şu anki duruma bakınca insan ister istemez bunları söylüyor.
Ama şunu da biliyoruz ki, İzmir’de bu talihsizliği kıracak güzel şeyler de oluyor. Geçen hafta İzmir Tanıtma Vakfı (İZTAV), Ege Turistik İşletmeler ve Konaklamalar Birliği (ETİK) ile Destination İzmir Grubu, güçlerini birleştirdi. Daha önce ayrı ayrı yapılan tanıtım çalışmalarının artık Vali Yardımcısı Haluk Tunçsu’nun öncülüğünde tek bir merkezden koordine edilmesi amaçlandı. Kısacası tanıtımda güçbirliği yapıldı, şimdiden heyecan yaratan bir sinerji ortaya çıkarıldı.
Tanıtımda atılım yapılıyor
Bu gelişmeyi öğrenince, bu işin lokomotifliğini üstlenen İzmir Kalkınma Ajansı (İZKA) aklımıza geldi. İzmir’i yurtdışına açmak için çağın tüm imkanlarını kullanan İZKA’nın öncülüğünde çok daha iyisi yapılabilirdi. Bu konunun da adresi Vali Cahit Kıraç’tan başkası değildi. Aynı zamanda İZKA’nın başkanı olan Kıraç’la zihnimizi kurcalayan bu konuyu görüşmek için bir araya geldim. Bu arada, turizmi, ticaret hacmi ve sanayisiyle İzmir’i bir dünya kenti yapacak çalışmaları öğrenmemek,