Ak Parti İzmir İl Başkanı Ömür Kabak, CHP’ye “sol” kanattan son dakikada öyle bir gol attı ki... Çiğli’de sekiz ay önce belediye başkanlığını yüzde dokuz oy farkıyla kaybettiği yerel seçimin izini silip süpürdü.
Uyguladığı siyasi taktik, CHP’lilere bile şapka çıkarttı. Sandıkta kazanan, mecliste kaybeden CHP’nin, bu yıkıcı depremin etkilerini nasıl atacağı bilinmez ama Çiğliler kendilerini nasıl bir geleceğin beklediğini konuşuyor. CHP’nin ikiye bölünmesi, Metin Solak’ın partisine rağmen başkan seçilmesi, ister istemez Çiğlileri geçmişe götürdü. İşçilerin iş bıraktığı, çöplerin toplanmadığı, belediyenin adeta iflas ettiği günler gözler önüne tekrar geldi. Hatırlanmak bile istenmeyen kabus hafıza-larda canlandı.
Bu korkunun arkasında CHP’deki tamiri zor görülen çatlaktan çok, Büyükşehir Belediyesi’yle iplerin kopma noktasına gelmesi var. Büyükşehir yönetimi, Çiğli Belediyesi’ni sıkıntılı günlerin başladığı Tevfik Alyanak döneminden bu yana koruyup kollamıştı. En son Ensari Bulut hayatını kaybetmeden kısa süre önce 3.7 milyon liralık borç bir kalemde silinmişti.
Ömür Kabak’ın CHP kalesine attığı bu tarihi golün ardından şu bir gerçek ki çiçeği burnunda belediye başkanı Metin
Kafamız hiç bu kadar çok karışmamıştı. Bir yanda korku, diğer yanda içimizi kurt gibi kemiren bir şüphe... Domuz gribi, neden olduğu ölümler kadar ondan korunmak için üretilen aşısıyla da kabusumuz oldu.
Doktorlar bile birbirlerine, “Aşı yaptıracak mısın” diyor. Soru net, ya cevabı..? Hastalıktan çok aşısından korkulunca çoğu kişi hayır diyor ama bunun doğru mu yanlış mı olduğundan emin olan pek yok gibi. Hayat üzerine adeta bahis oynanıyor!
“Kesinlikle evet” diyen, ailesiyle birlikte aşı olan ender isimlerden biri Prof. Dr. Çağrı Büke... Bu konunun Türkiye’deki sayılı uzmanlarından olunca onun seçimi daha da önem kazanıyor.
Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Enfeksiyon Hastalıkları ve Klinik Mikrobiyoloji Ana Bilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Büke’nin, Hüseyin Aslan Anaokulu velilerini domuz gribi hakkında bilgilendireceğini öğrenince tam zamanı deyip gittim.
Kendisiyle sohbet etme, hepimizin zihnini kurcalayan soruları sorma şansı buldum. Söyledikleri insanı hem ferahlatırken hem de dehşete düşürüyordu. Hep söylendiği gibi mevsimsel gribe göre daha az tehlikeliydi. Normalinde ölüm oranı yüzde birken bunda binde birle üç arasında değişiyordu. Ama bir ayrıntı vardı ve işte o, tüm tıp
İzmir’de hiçbir şey kolay olmuyor, kolay elde edilmiyor. Bunun sayısız örneği var. UNIVERSIADE için olmazsa olmaz olarak görülen Halkapınar Spor Salonu son anda, nefes nefese yetiştirildi. Bitti bitmesine ama ömürleri de tüketti. Yürek dayanmayan, gerilim filminden beter süreç yaşanmıştı.
Adnan Saygun Sanat Merkezi’nde de farklı olmadı. İhale üstüne ihale yapıldı. Ahmet Piriştina’nın ömrü, “Gurur projem, en büyük hayalim” dediği, sabırsızlıkla beklediği bu sanat mabedini görmeye yetmedi.
Metro projeleri zaten malum. Yıllar geçti geçmesine ama yeraltından çıkılamadı, gün yüzü hala görülemedi!
Tüm bunlardan sonra, başlanan her yeni yatırım için “Nasıl olsa bitmez” yorumu artık dillere yerleşti.
Olumsuzluk havası bu kez de yeni stat hayalinin üzerine kabus gibi çöktü. Türkiye’nin aday olduğu 2016 Avrupa Futbol Şampiyonası için Futbol Federasyonu’nun elini güçlendirecek 40 bin kişilik statta önce yer sorundu. Federasyon Başkanı Mahmut Özgener’in bu köşeden yaptığı “İzmir tarihi fırsat kaçırıyor, elimizi çabuk tutmalıyız” sözlerinden sonra Vali Cahit Kıraç devreye girince Örnekköy’deki arazi belirlendi.
Alman firma Arenacom da hem maç hem de Körfez’in muhteşem manzarasının
Bakan Günay geçen ay Agora’yı gezmişti. Günay, İzmir’in kalbindeki bu eşsiz hazinenin yanı başında çürük diş gibi duran katlı otoparkın müzeye dönüştürülebileceğini söylemiş, kendisine eşlik eden kentin önde gelen isimleri de olumlu yaklaşmıştı.
Yunanistan’ın Akropolis Müzesi hamlesi yaptığı günlerdi. Atina’da dokuz yıldır süren hazırlıklar tamamlanma aşamasına gelmişti.
Haber spikerlerine iyi bakın. Bugünlerde dehşet içindeler. Sıra domuz gribi haberlerine geldiğinde yüzlerinin şekli atıyor. İfadeler mahzunlaşıyor, birkaç saniye önce pespembe olan, hafif de olsa tebessüm edebilen o suratlar taş kesiliyor. Titreyen sesleriyle sayın seyirciler derken yaşadıkları keder şıp diye okunuyor.
Geçen pazar akşam haberlerinde kanal kanal gezdim. Gündemin tahtında yine domuz gribi vardı. “Kabus devam ediyor. Domuz gribinden ölenlere bugün iki kişi daha eklendi. Sağlık Bakanlığı, hayatlarını kaybedenlerin kimliklerini ve hangi şehirlerde yaşadıklarını yine açıklamadı.”
Can aynı can değil mi?
Üç aşağı beş yukarı söylenenler işte böyle. Ama o nasıl söylemek öyle..! Sanki memleket karpuz gibi ikiye ayrılmış, iki değil de iki bin kişi yaşamını yitirmiş. Elbette ki giden her canın acısı çok büyük, telafisi imkansız. Fakat biraz sonra anlatacaklarımın izahı nasıl mümkün..? Can aynı can değil mi? İşte can alıcı bu noktanın ayrıntıları...
Domuz gribi haberlerini sunarken dehşete kapılan, öcü görmüş gibi olup ödü kopan o spikerler, bültenlerin sonlarına doğru trafik kazalarına sıra geldiğinde ise dehşete düşürüyor.
“Yurt genelinde bugün meydana gelen trafik
Domuz domuz olalı burnumuzun dibine, hatta içine kadar hiç girmemişti. Hapşırıp duruyoruz. Sabah domuz gribi, akşam domuz gribi. Gece zaten kabuslar domuzlu. Uykularımız da kaçıyor, tadımız da...
Geçen martta Meksika’da ilk görüldüğünde, korkusunun üç-beş ay sonra bizi de böylesine esir alacağını kim tahmin edebilirdi ki?
Arı kovanına sokulan çomaktan farksız açıklamalar, virüs kapımıza dayanmadan önce peş peşe gelince kafamız da ortalık da fena karıştı. İnsan kime inanacağını şaşırdı.
“Normal gripten daha masum” diyene mi kanacaksın; yoksa, “Bu işin şakası yok, tedbiri elden bırakma aman haaa” diyene mi..? Hangisi normal, hangisi anormal? Çok karışık...
“Ben aşı maşı olmam. Bol bol mandalina, elma, armut, yeşillik yiyeceğim” diyen kimi bilim adamlarının ve siyasetçilerin bildiği birşey mi var? “Aşı ol, gribe karşı kendine koru. Şu kadar kişiyi kaybedeceğiz” diye bas bas bağıran Sağlık Bakanlığı mı yanılıyor?
Bir de risk grubu konusu var ki riskli mi riskli! Kim risk grubuna giriyor, kim girmiyor; yakında bahis konusu olacak gibi...
Bu sorularla zihinler bunalırken, art arda gelen ölümlerle kafalar iyiden iyiye karışıyor.
Üç genç kızın hikayesi bu. Umutlarla başlayan, hayallerle devam eden, ama bir gün tarifsiz acıyla sona eren, hüzün dolu bir öykü üçününkü de...
Yeliz Telli... 25 yaşında, hani derler ya hayatın baharında diye, işte öyleydi. Cıvıl cıvıldı, içi içine sığmıyordu. Güzel düşlerle süslü hayatı, gelecek planları vardı. Ama bir gün yaşamındaki tüm güzel renkler soldu, bir daha canlanmamak üzere..!
Gaza sonuna kadar basmayı marifet zanneden birinin kullandığı otomobildeydi. Bir başka araca hızla çarpmışlardı. Açılan kapıdan düştü Yeliz, oracıkta da son nefesini verdi. Onun için her şey ansızın bitivermişti. Geride kalan yakınları için ise her geçen gün acıya acı eklendi.
Ölümüne neden olmakla suçlanan başkomiser sürücü, geçen gün son kez hakim önüne çıktı. Sekizde sekiz kusurlu bulunmuştu. Alkol testinin de zamanında yapılmadığı öne sürülüyordu. Ve yargı hükmetti. Tutuksuz sanığın üç yıl hapsine, iyi halinden dolayı cezanın 2.5 yıla indirilmesine ve 27 bin 300 lira paraya çevrilmesine, 10 taksitte de ödenmesine...
Anne Nermin Karaman, kararı duyunca dayanamadı, hıçkırı hıçkıra ağlayıp, yürekleri dağlayarak haykırdı: “Kızımın değeri bu muydu?”
Yorumsuz... Acı ise müebbet...
Gazi Ayşe Altıntaş, İzmir’de ilk kurşunu da, son kurşunu da atan, Kurtuluş Destanı’nın pek bilinmeyen gizli kahramanlarından...
Günlerdir ağızları bıçak açmıyordu. İzmir İzmir olalı böyle bir sessizliğe bürünmemişti. Körfez’in açıklarında demirli yabancı bayraklı gemiler, birşeylerin olacağının habercisiydi. Silah yüklü o zırhlıları görmemek için akşamüstleri yapılan Kordon yürüyüşlerinden bile vazgeçilmişti. O keyif dolu günler çoktan unutulmuştu, böylesine bir hüzün pek hatırlanmıyordu. Türk’ün ateşle imtihanı için geri sayım hızla sürüyor, sinir bozucu bekleyiş giderek dayanılmaz hale geliyordu.
Ve takvimler 15 Mayıs 1919’u gösterdiğinde sabahın ilk saatlerinde işgal başlayınca sessizlik yerini, yürekleri kezzap gibi yakan acıya bırakmıştı. İşgal alayı Pasaport’tan Vilayet binasına doğru destekçilerin sevinç çığlıklarıyla ilerlerken, yıllardır huzur ve barışın hüküm sürdüğü güzel İzmir’de büyü bozuluyordu. Dörtbir yanı kan ve barut kokusu sarmıştı. “İzmir’in kavakları, dökülür yaprakları” diye başlayan türkü, daha ilk gün şehit olan 300’e yakın Türk’ün ardından ağıt yapılmıştı. Gözlerden yaşlar sicim gibi süzülürken, adına ister diriliş, ister uyanış deyin, bir millet