Geçen yıl, ‘Türkiye’de siyaset sivil otoriterliğe savruluyor’ dedim diye kıyamet koptu. Konunun tartışılması anlamında, ‘kıyamet kopsa’ idi, bundan sadece memnuniyet duyardım. Ama ciddi bir tartışmadan çok, ‘itibarsızlaştırma’ harekâtı devreye girdi. Dünün muhalif, ilkeli zannettiğim İslamcıları, 28 Şubat şakşakçıları ile kol kola girip, büyük bir saldırı başlattılar. Onlar adına utandım.
Televizyon programlarında, benimle tartışma esnasında söyleyecek söz bulamayanlar bile, internet sayfalarında karalama edebiyatına başladı. Sonunda, muhafazakâr bazı kadın yazarların bana ‘sahip çıkması’ bile büyük olay oldu. Karalama kampanyasının ana teması, ‘sivil dikta’ iddiasının, darbe çağrısı olduğu veya olabileceği şeklindeki pespaye tez idi. İşi Balyoz planını ile ilişkilendirmeye kadar götürenler oldu.
Bilinçli bir harekâtın parçası
Son olarak, Soner Yalçın’ın gözaltına alınması ardından basına sızan bir mektup ortaya çıkmış! O mektupta, Soner Yalçın, bir televizyon kurup, hükümeti devirmeye çalışacakmış, bazı isimleri de ‘ekran yüzü’ olarak kullanacakmış, bu isimler arasında benim de adım varmış! Normal şartlar altında hiç ciddiye alınmayacak bir olay. Ancak, mevcut koşullar
İçine doğduğum aileden dolayı Allah’a hep şükretmişimdir. Her kız çocuğunun benimki gibi bir babası olsun isterdim. Babamın bir kez dahi olsa, ne benim ne ailedeki diğer kadınların giyimine kuşamına, davranışına müdahale ettiğini görmedim. Trabzon’da, beni arabasıyla takip ederek rahatsız eden birinin plakasını ona verdiğimde, ‘üzerinde ne vardı?’ gibi bir soru aklına gelmedi, üşenmeden olayı uzunca bir süre takip edip, tacizciyi gözaltına aldırdı. Birlikte karakola gidip şikâyette bulunduk.
Erkek kardeşim, hem o babanın yetiştirdiği son derece medeni, hem tanıdığım en ince ruhlu erkeklerden biridir. Dahası, ana ve baba tarafından tüm ailemin erkekleri, kadınları el üstünde tutan medeni, zarif insanlardı. Erkeklere ilişkin algım bu çerçevede oluştuğu için, kadın sorunlarına bir ölçüde ‘duyarsız’ kaldığımı artık itiraf ediyorum.
Moral bozucu
Böyle bir dünyaya doğduktan sonra, başka kadınların aynı şansa sahip olmadıklarını büyük bir hayal kırıklığı ile, fark etmemek mümkün değil. Ancak daha kötüsü, yaşadığınız toplumun giderek, kadınları bu şanstan mahrum edecek yönde ilerlemesini gözlemek. Geçen hafta, ilahiyat profesörü Orhan Çeker’in, ‘tecavüz’ ve açık saçık giyinme
Keşke bu yazıyı okurken, Van kahvaltısı yapıyor olsanız. CHP’nin arama toplantısı için geldiğimiz Van’da biz göl manzarası eşliğinde kahvaltımızı yaptık. Gerçi, artık İstanbul’da da Van kahvaltı salonları var ama Van’daki başka. Bu arada, görmediyseniz Van’a bir ara mutlaka gelin, sadece kahvaltısı için değil tabii.
Bu tür toplantılarda, dış dünya ile ilişkiniz büyük ölçüde kopuyor, o nedenle, bu konuda herhangi bir şey yazıldı mı bilemiyorum. Öncesinde, ‘CHP’nin Kürt açılımı’ tabiri kullanılmış, parti bu başlığa tedbirli yaklaşmıştı.
Oldukça cesur bir girişim
İzleyebildiğim kadarıyla, ‘Kürt açılımı’ bu toplantı için fazla iddialı olur, ancak CHP’nin bu konuda şimdiye kadar sergilediği tutumla karşılaştıracak olursak, oldukça ‘cesur’ bir girişim olmuş. Gerçi yerel katılım belli ki çok kısıtlı olmuş ve sınırlı bir çevrede olmuş. Ama bu sınır, bu kez bayağı esnek tutulmuş. O nedenle, bölgeden katılanlar ile, Batı’dan gelenler arasındaki algı farkını, bu platformda da ve bir kez daha izlemek çok ilginç oldu.
Sadece CHP’nin bölgeye ilişkin sıkıntılı dilinden ve tutumundan, bunun bölgede yarattığı hayal kırıklığı veya tepkiden bahsetmiyorum. Bu bölgede iktidar partisinin güçlü
ABD, 11 Eylül sonrasında, ‘radikal İslam’ı, ‘yeni düşman’ ilan etti. Yeni savaş stratejisini, ‘İslami terörle mücadele’ olarak belirledi. Bu mücadelede ‘iyi Müslümanlar’ı ‘kötü Müslümanlar’ ile savaşa davet etti. Bu tabir, ABD’nin yeni savaş stratejisini sorgulayan ‘İyi Müslüman, kötü Müslüman’ kitabının yazarı Mahmud Mamdani’ye ait.
Aslında, bu strateji yeni değil, tüm iktidarlar, tüm emperyal güçler tarih boyunca karşılarındakini hep, kendi içinden ayrıştırarak baskılamanın, sindirmenin, yok etmenin, çeşitli yöntemlerini buldular, denediler, kullandılar. Kürt meselesi ile baş etmenin yöntemi de öteden beribenzer taktiklerle yürütüldü. Önce Kürt feodal güçleri ile ittifak edildi, bu ittifak uğruna, bölge halkı bu zalimlerin zulmüne terk edildi. Sonra, Kürt burjuvazisi ile, koruculuk sistemi ile yola devam edildi. Silahlı Kürt siyasal hareketi ‘terör’ diye kestirilip atıldı, sorun, ‘terörle mücadele’ yöntemleri ile çözülmeye çalışıldı. Bugün gelinen noktada, aynı strateji, yine ‘terörle mücadele’ çerçevesinde ve Kürt siyasal hareketine eleştirel yaklaşanlar üzerinden sürdürülmeye çalışılıyor. ‘İyi Kürtler’e, ‘Vatan Perwer’ Kürtlere, bu hareketi baskılamak rolü yükleniyor.
Kü
‘Endişeli modernler’i bunca dert edenlere karşı, asıl dert edinilmesi gerekenlerin, memlekette olan biten karşısında kılı kıpırdamayan ‘tasasız demokratlar’ olduğunu epeydir yazmak istiyordum. Asıl dert bu olmalı, zira demokrasi açısından kaygı verici olan, toplumda azınlıkta kalmış olanların veya gücünü zaten yitirmiş olanların haklı veya haksız endişeleri değildir. Asıl mesele gücü elinde bulunduranların hak ve özgürlükler konusundaki tavrının sorgulanmasıdır. Nihayetinde, demokrasilerin tek güvencesi, hak ve özgürlüklere titizlenen birilerinin olması, bunların sayısının artmasıdır. Mısır araya girdi, bu yazı, karartma günlerinin, ‘büyük gözaltı’nın kesifleştiği bugüne kısmet oldu.
Geçtiğimiz iki hafta içinde, ‘büyük Türk demokratları’nı yerinden zıplatması gereken birçok şey oldu. Başbakan, ‘askerle oynatmam’ dedi, Kıbrıs’ta gösteri yapanlara ‘besleme’ dedi, Rumlara alet olmakla suçladı, polis teşkilatı askerden muaf edildi, fazladan taltif edildi. Kısacası, ‘demokrat’ların eski statükoya karşı itiraz ettikleri tüm konularda, yeni statüko aynı tavrı benimsediğini açıkça ilan etti. Kimseden dişe değer bir ses çıkmadı.
İlkesizlik diz boyu
Nasılsa, işin kolayı bulunmuş;
Mısır üzerinden, sadece Türkiye çapında değil, daha geniş ölçekli bir siyasal tartışma yapıyoruz. Bari hakkıyla yapalım. Ancak tartışma yine de Mısır üzerinden yürüdüğü için, önce bazı temel tezleri, bu çerçevede ve özetle gözden geçirelim.
Öncelikle, Mısır’da yaşanan ‘devrim’i (veya ‘post-modern devrim’i) halkın ‘demokratik şahlanışı’ olarak görmek isteyenlerin, bu çerçeveye gölge düşürdüğünü düşündükleri her türlü yorum ve analizi ‘vay, demek ki, Mısır halkı veya Araplar devrim yapamaz, demokrasiyi sindiremez diyorsunuz, sizi gidi oryantalistler’ diye itham etmelerini anlamak mümkün değil. Bu yönde önyargıları sabit olan bazıları dışında, hiç kimsenin bu iddiada olduğunu sanmıyorum. Kimse, Mısır’da yaşananları, sevinç çığlıklarıyla karşılamadı diye, hemen oryantalist diye damgalanmayı hak etmiyor! Hem de düne kadar yazdıkları tipik oryantalizm olanlar tarafından. Düne kadar, değil Mısır, kendi toplumlarına tam bir ‘oryantalist’ gibi bakıp, ‘iç dinamiklerden demokrasi çıkmaz, biz en iyisi işi AB’ye havale edelim’ diyenler tarafından!
Batı için baş ağrısıydı
İkincisi, başta ABD olmak üzere Batı dünyasının, Mısır’da olanları ‘dikkat ve kaygı’ ile izlediği ve mümkün
Mısır’da yaşananlar üzerine daha çok konuşacağız ve bu konuştuklarımız sadece Mısır üzerine olmayacak. Bölgede neyin değişmekte olduğu ve ünlü Türkiye modeli’ni uzun boylu tartışmaya açmadan önce, önemli bir konuya dikkatinizi çekmek istiyorum.
Ortadoğu’da olanları 1989’da Doğu Avrupa’da olanlara benzetenler var. İsterseniz biz de oradan başlayalım. Gerçekten de, yeni ‘halk devrimi’ ve ‘halkın gücü’ (‘People’s power’) kavramları bu süreç içinde siyasal dile yerleşti. 1989’da Doğu Avrupa’da yaşanan ‘devrimler’i tartışmaya açmayacağım, sadece bir hususu hatırlatmakla yetineceğim; ‘o günden bu yana Doğu Avrupa’da, AB şemsiyesi altına girmenin ötesinde neler oldu, otoriter rejimlerden kurtulan bu ülkelerde demokrasi ne âlemde?’ diye sormakta fayda var.
Sonra, Gürcistan, Ukrayna, Kırgizistan, Lübnan’da gerçekleşen renkli devrimlerden sonra ne oldu? Hiç sorup soruşturmak aklınıza geldi mi? Katiyen, ‘bunların tümü anlamsızdı, nafile, düzmece hareketlenmelerdi’ demiyorum, ‘devrim, dönüşüm, demokratikleşme süreçleri, daha fazla özgürlük açısından izlenmeli, sorgulanıp daha sonraki süreçlere ışık tutacak, daha iyisine yol gösterecek şekilde yorumlanmalı’ diyorum.
Hoppa âşıklar
Polis teşkilatı mensuplarına askerlikten muafiyet yasalaştı. Kamu yararı açısından diğer bazı alanlarda hizmet verenlere aynı şansın verilmesi gerektiğini hatırlatan oldu, ama konu hemen hiç tartışılmadan geçildi. Bu arada, ‘sözleşmeli er’ konusu da es geçildi. Aslında profesyonel askerlik konusu fazlasıyla önemli bir konudur. Tüm bu konular gündemdeyken, mesela ‘vicdani ret’ hakkı neden gündeme gelmez belli değil!
Tüm bu konular gündeme gelemiyor, çünkü memleketin demokratlarının, belli ki, ‘CHP’nin otoriter zihniyeti’ dışında hiçbir dertleri yok! CHP zaten muhalefette, iktidara geleceği de yok ama, ülkedeki otoriterlik sorunu hep CHP’nin sorunu olarak görülmeye devam ediliyor. Yeni ‘güvenlik’ anlayışı, politikaları ve bunların yasallaşıp kurumsallaşması kimsenin umurunda değil.
Tıs yok!
Sıkıysa olsun! Başbakan, kendisine teşekküre gelen polis teşkilatı mensuplarını kabulde, ‘güvenliğimiz için çalışan hiçbir kuruma da haksız, yıkıcı, tahkir ve tahrip edici eleştiri getirilmesini kabul edemeyiz’ dedi; durum anlaşıldı. İktidarlar, askerine, polisine sahip çıkar, burası doğal. Ama demokrasilerde buna karşı hemen ses yükselir veya yükselmesi gerekir; kendine ‘demokrat’ diyen