ABD, 11 Eylül sonrasında, ‘radikal İslam’ı, ‘yeni düşman’ ilan etti. Yeni savaş stratejisini, ‘İslami terörle mücadele’ olarak belirledi. Bu mücadelede ‘iyi Müslümanlar’ı ‘kötü Müslümanlar’ ile savaşa davet etti. Bu tabir, ABD’nin yeni savaş stratejisini sorgulayan ‘İyi Müslüman, kötü Müslüman’ kitabının yazarı Mahmud Mamdani’ye ait.
Aslında, bu strateji yeni değil, tüm iktidarlar, tüm emperyal güçler tarih boyunca karşılarındakini hep, kendi içinden ayrıştırarak baskılamanın, sindirmenin, yok etmenin, çeşitli yöntemlerini buldular, denediler, kullandılar. Kürt meselesi ile baş etmenin yöntemi de öteden beribenzer taktiklerle yürütüldü. Önce Kürt feodal güçleri ile ittifak edildi, bu ittifak uğruna, bölge halkı bu zalimlerin zulmüne terk edildi. Sonra, Kürt burjuvazisi ile, koruculuk sistemi ile yola devam edildi. Silahlı Kürt siyasal hareketi ‘terör’ diye kestirilip atıldı, sorun, ‘terörle mücadele’ yöntemleri ile çözülmeye çalışıldı. Bugün gelinen noktada, aynı strateji, yine ‘terörle mücadele’ çerçevesinde ve Kürt siyasal hareketine eleştirel yaklaşanlar üzerinden sürdürülmeye çalışılıyor. ‘İyi Kürtler’e, ‘Vatan Perwer’ Kürtlere, bu hareketi baskılamak rolü yükleniyor.
Kürt siyasal hareketinin sorunları var
Siyasal parti olarak BDP tarafından temsil edilen Kürt siyasal hareketinin, kendine ilişkin sorunları aşikâr. Bu sorunlardan söz etmekten, bu zamana kadar hiç imtina etmedim. Ancak, gelinen noktada, asıl mesele, bu sorunlara işaret etmenin ve eleştiri yöneltmenin ötesine geçti, bu hareketi baskılamanın aracı halini aldı. Doksanlı yıllarda yükselen İslamcı siyasal hareket de, son derece sorunlu ve eleştiriye muhtaç idi. Ancak, o zaman da, İslamcı siyaseti eleştirmek, baskılama politikalarının bir aracı olarak kullanılıyordu. En ufak bir eleştiri veya özeleştiri, ‘bakın bunlar ne berbat, ne kötü adamlar!’ demeye vesile ediliyordu. Bu kaygı ile, özellikle 28 Şubat döneminde, siyasi ahlak anlayışım (buna ‘politik doğruculuk’ da diyebilirsiniz) gereği, bu harekete dair eleştirilerimi öne çıkarmamaya özen gösterdim.
‘Olmaz böyle şey!’ demeyin. Her şeyi, her zaman eleştirme hakkımızı kullanmak gerekir, ancak, siyasi ahlak kaygısı taşıyanların, eleştirilerin veya özeleştirilerin, baskılama, sindirme aracı olarak kullanılması konusunda duyarlı olması beklenir. Bakın ‘Büyük Türk Demokratları’, artık iktidarını pekiştirmiş olanlar için bile, ‘demokratikleşme sürecine halel gelmesin’ kaygısı ile eleştiri haklarını nasıl saklı tutuyorlar. Oysa, sopayı eline almış olanların eleştirilmesi başka şey, bu sopanın altında ezilenlerin eleştirilmesi başka şey. Tüm eleştiri hakkının iktidar dışında kalanlar için kullanılmasının, herhangi bir iktidarın baskılama aracı haline gelmesi işten bile değildir.
Dünkü ‘iyi Kürtler’, bugünkü ‘iyi Kürtler’
Bugün, BDP tarafından temsil edilen Kürt siyasal hareketi’ne karşı eleştirilere bir de bu açıdan bakılması gerektiğini düşünüyorum. Dün, ‘iyi Kürtler’, Kürtlükten söz etmeyen, hiçbir konuda baş ağrıtmayanlardı. Bugün ‘iyi Kürtler’, ‘Kürt meselesine iktidar perspektifinden bakan Kürtler’, maalesef değişen sadece bu oldu. Sıkça gündeme getirilen, ‘BDP, zaten Kürtleri temsil etmiyor’ tezi de aynı kapıya çıkıyor. BDP’nin ‘iyi Kürtler’i temsil etmediğini istediğiniz kadar söyleyin, bugünün ‘vatanperwer’lerini keşfetmeniz, BDP’nin temsil ettiği siyasal hareketin sonucu oldu.
Geldiğimiz noktada, Kürt meselesine ilişkin olarak, eskisinden farklı terimlerle, ama aynı mantık ve taktiklerle gidilecek yol kalmadığını fark etmekte fayda var. Bu mantık ve bu taktikle yola devam etmekte ısrar, zaman kaybı ve tüm Türkiye için ağır bedeller ödemeye devam etmekten başka sonuç vermeyecek. Bu kafada gitmek yerine, BDP’nin temsil gücünü demokratik siyasal çerçevede güçlendirecek adımlar atmak çok daha anlamlı olurdu. Bu konuda en önemlisi, BDP’nin, yüzde on seçim barajı ile zorlanmasına son vermek olacaktı. Yüzde on seçim barajını kaldırmak, sadece Kürt meselesi için değil, Türkiye’de, genel olarak, demokratikleşmenin olmazsa olmaz koşulu. Ama, en çok da Kürt meselesinin demokratik çerçevede çözümü açısından büyük önem taşıyor. Dahası, seçim sonrası vaat edilen yeni anayasayı, ‘kötü Kürtler’i hesaba katmadan yazmaya kalkmak büyük sorun olacak.
Tüm bunları söylemişken, yazar Mehmet Metiner’e ilişkin suikast teşebbüsünden söz etmemek olmaz. Hangi hareket olursa olsun ve kimi hedef alıyor olursa olsun, hafife alınacak tarafı olamaz. Tam da bu nedenle, bu olayın da ‘kötü Kürtler’ siyasetinin bir parçası olarak dolayıma sokulmasını en başta Metiner’e haksızlık ve talihsizlik olarak görürüm. Kendisinin de bu kaygıyı taşıyacağından eminim.