‘Haklı’, ‘haksız’, ‘doğru’, ‘yanlış’, ‘iyi’, ‘kötü’ münakaşası ve muhasebesi yapmanın imkânsız hale geldiği bir ortama doğru hızla sürükleniyoruz. Bu ortam, iktidar için de, muhalefet edenler için de, ortada kalan vatandaş için de kötü bir ‘hal’dir. Önce bunu teslim edelim!
Bir toplumda herkesin haklısı, doğrusu, iyisi bu kadar birbirinden ayrılırsa bu durum artık sadece ‘fikir ayrılığı’ diye tarif edilemez. Nihayetinde adalet de, hukuk da, haklı, doğru ve iyi gibi temel değerler de asgari uzlaşma zemini üzerinden işler. Bu zemin ortadan kalkarsa, ‘yasal’ ve ‘meşru’ olan arasındaki makas açılır ve siyasi-toplumsal kriz yaşanır.
Kutuplaşma ötesi
Maalesef, ‘her şey çok iyi gidiyor’ dışında söylenen her şeye, ‘korku salınmaya çalışılıyor’, ‘darbe ortamı olgunlaştırılmak isteniyor’ ithamı yapılıyor. Böyle bir ortamda, ‘kriz’ dediğimde, ‘vay, kriz mi çıkarmaya çalışıyorsun!’ diye hücuma uğrayacağımı biliyorum. Kaygı duyulması gereken bir soruna değinmek, kaygı kampanyası değil, kaygı yaratan gelişmelere karşı en önemli tedbirdir. İktidarlar, eleştiri ve kaygıları dikkate alırsa, bunlara karşı güvence oluşturur ve bu eleştirilere karşı en iyi cevabı vermiş olur. Mevcut durum bu
Yok, ‘yazı yazmama’ eylemimi uzatmayacağım, vadem dolana kadar ‘doğru bildiklerimi’ yazmaya devam edeceğim. Ve tabii, öncelikle, yazıp çizen herkesi büyük bir tedirginliğe sürükleyen, sonra da işi ‘suçsuzsanız neden paniğe kapılıyorsunuz’ pişkinliğine döken baskı ortamı hakkında yazacağım.
‘Panik’ değil, derin bir ‘kaygı’ içindeyim. Bu kaygının genel ve özel nedenleri var. Genel nedenlerini ‘sivil otoriter siyaset ortamının yükselmesi kaygısı’ olarak birçok vesile ile ifade ettim. Sadece, bu kaygıyı vurguluyor olmak bile büyük bir itibarsızlaştırma kampanyasına maruz bırakılmama yetti. Benim için çok ciddi bir itibarsızlaştırma demek olan, yazı yazdığım medya grubunun ‘talimatı’ ile yazdığım ima hatta iddia edildi. Üstelik, hiçbir talimat ile yazmayacağımı ‘en iyi bilenler’ bu kampanyanın başını çektiler. Yetmedi, ‘ayağını denk alsın, süründürürüz‘ tipi tehditler gönderdiler. Başıma gelen bazı tuhaf olaylar beni fevkalade rahatsız etti. Bunlar da, kaygı duymamın şahsi, özel nedenleri. Bunun dışında, doğru bildiğimi söylediğim için vicdanım rahat.
Suç tanımı bayağı değişmiş
‘Suça bulaşmadıysanız ve vicdanınız rahatsa kaygı duymanıza gerek yok’ denilip geçilemeyecek bir
‘Kürt meselesi’nin çözümü sürecinde, ‘Türk meselesi’nin de dikkate alınması gerektiğini, toplumların barışmasının esas olduğunu söyleyenlerden biriydim. Nitekim, BDP’liler bu konuyu ciddiye aldıklarını defalarca ifade ettiler. Ancak, maalesef bu konu da diğer birçok konu gibi, Kürtleri ‘oyalama’ siyasetinin bir parçası haline geldi. ‘Türk kamuoyu buna hazır değil!’, ‘Türk kamuoyu bunu kabullenemez!’ gerekçeleri, ‘Kürt meselesi’nin yeni ‘tıkaç’ları arasına girdiler.
‘Türk meselesi’nin halli, yani Türkiye’de büyük çoğunluğun, ‘Kürt meselesi’nin çözümü açısından uzlaşmaya, barışmaya yanaşması, elbette durduk yerde ve mevcut terminoloji ile olamayacak. Bu süreç açısından en önemlisi, öncelikle kamuoyunu yanıltan, düşmanlığa sevk eden ‘dil’i, ‘terminoloji’yi tartışmaya başlamak. Bugünlerde, dün ‘Kürt açılımı’nın önde koşanları da dahil birçokları, ‘terminoloji’ konusunda ‘sinsi’ bir çabanın varlığından söz ediyorlar. Benim sinsilikle işim olmaz, açıkça söylüyorum; öncelikle terminolojiyi tartışma konusu yapmak zorundayız.
‘Teşhis’ten başlamak lazım
Birincisi, PKK resmen ‘terör örgütü’ olarak tanımlanıyor, diğer taraftan ‘Kürt meselesi’nin çözümünün ‘terörle mücadele’ çerçevesinde
Her ölüm, insanın uzun boylu bir ‘muhasebe’ yapmasına vesile olur veya olmalıdır. Hakkında kim ne düşünürse düşünsün, önemli bir siyasi aktörün ölümü, siyasi bir muhasebeyi de gerekli kılıyor. Şimdilerde doğal olarak, Erbakan’ın ardından da bu yapılıyor. Ben de aynı şeyi yapmaya çalışacağım.
Erbakan’ın önderlik yaptığı siyasi söylemi her zaman çok sorunlu bulan, ama bu söylem etrafında siyaset yapanların maruz bırakıldığı haksızlıklara büyük öfke duymuş biriyim. 28 Şubat ve Refah Partisi’nin kapatılması süreci bu ülke için kara bir lekedir. Bu düşünce ve duygu ile, Erbakan’ı yalnız bırakıp, kendilerine ‘yenilikçiler’ diyerek yol açmak isteyenlere, ağır eleştiriler yönelttim. 9 Ocak 2001 tarihli ‘28 Şubat Yenilikçileri’ başlıklı yazım (Radikal), bunlardan biriydi. Ardından Fazilet Partisi’nin kapatılma kararı kâbusun devamı oldu. O sırada, Ege sahillerinde bir tatil kasabasındaydım, ‘Beyaz Türk’ dünyasının, kendinden başkasına bu ülkede yaşama hakkı tanımakta azimli, küstah tavrı o civarlarda daha derinden hissedilebiliyordu. Bir şekilde o dünyanın bir üyesi olmaktan çok ama çok utandım ve ‘Utanıyorum’ başlıklı bir yazı yazdım (Radikal, 26 Haziran 2001). Bu olayların ardından,
‘Elitizm’ ya da ‘seçkincilik’ gündelik dilde, ‘ayrıcalıklı, güçlü ve eğitimli’ bir azınlığın mensuplarının, sıradan insana, ‘tepeden bakması’, ona değer vermemesi, kısaca ‘göbeğini kaşıyan adam’ olarak küçümsemesi anlamında kullanılır. ‘Göbeğini kaşıyan adamı küçümseyen adamın kendisi hangi vasıflara sahiptir?’ sorusunu bir yana bırakalım, bu tavır (gündelik anlamı ile) ‘elitist’ bir tavır olarak tanımlanabilir.
Siyaset kuramında ‘elitist’ yaklaşımlar, gündelik kullanımın ötesinde ‘sorunlu’ ve tartışmalı yaklaşımlardır. Klasik elitist kuramın fikir babaları, Vilfredo Pareto, Robert Michels ve Geatano Mosca’nın siyasal ve toplumsal gerçeğe bakış açıları son derece ‘kötümser’dir. Onlara göre, tarihsel, toplumsal, siyasal değişimlerin, ‘yeni elitlerin’ eskilerinin yerini alması ötesinde fazla bir anlamı yoktur. Bu kuramcılara göre, her dönemde, toplumları küçük bir seçkin azınlığı yönetir, mevcut sistem tıkanınca yeni elitler, barışçı veya devrimci yollarla eskisinin yerini alır. İdeolojiler, siyasal söylemler, vs. elitlerin yer değişiminin araçları olmaktan fazla bir anlam taşımazlar.
Kötümserliğe teslimiyet
İnsanlığa, insanın tarihsel serüvenine, salt iktidar savaşları ve
Libya’nın yarı devrik lideri Kaddafi’nin, bir zamanlar, ülkemizde hayranı çoktu. Sosyalizm’den bahsettiği için solcular arasında, İslam’dan bahsettiği için İslamcı ve muhafazakârlar arasında, ‘Esir Türkler’ meselesine duyarlığı ve Kıbrıs harekâtına verdiği destek yüzünden milliyetçiler arasında sempati toplamıştı.
Kaddafi darbesini, büyük bir umut ışığı olarak görenler arasında, ‘üstat’ Necip Fazıl da vardı. Üstat, öncelikle, Kaddafi’nin isminin yanlış telaffuz edilmesine isyan etmişti. Kaddafi, Arapça alfabede ‘zel’ harfi ile yazılıyordu ve ‘z’ sesiyle okunuyordu. Arapçada birden fazla ‘z’ sesi olduğu ve bunlardan biri (zad) çoğunlukla ‘d’ye yakın okunduğu için, bizde, Eski Türkçe döneminden beri, ‘z’ ve ‘d’ sesleri birbirine karıştırılarak okunur. ‘Zad’ ile yazılan ‘Ramadan’ bizde ‘Ramazan’ okunur, bunun gibi birçok kelime vardır. Ama, sonuçta, doğrusu ne olursa olsun, ‘Kaddafi’ telaffuzu yerleşti kaldı. Kaddafi’nin konuşmalarından seçki olarak yayımladığı kitap başlığında, Necip Fazıl’ın itirazına uygun davranarak, Kazzafi’yi kullanan Nihad Yazar’ın kitabı bildiğim kadarıyla ‘doğru’ telaffuzda ısrarın nadir ürünlerinden biridir. (Biz Neredeyiz? Konuşan: Muammer El Kazzafi,
Ortadoğu, tam bir altüst oluş yaşarken, artık, şu ‘domino etkisi’, ‘Ortadoğu’da hiçbir şey eskisi gibi olmayacak’, ‘demokrasi rüzgârı’ gibi yuvarlak lafları bir yana bıraksak diyorum. Türkiye, derin bir uykudan yeni uyanmış vaziyette, Ortadoğu’dan, ‘Atlantis’ten bahseder gibi söz ediliyor. Bir de, ‘Arap halklarını küçümsemeyelim’ gibi, hiçbir şey söylemeyen ve aslında son derece Oryantalist bir dil ortalığı sarmış vaziyette.
Anlamsız yorumlar
Ortadoğu bilinmez bir dünya değildi, Türkiye’nin Ortadoğu ve Arap dünyası bilgisi çok zayıf o kadar. Diğer taraftan, Arap dünyasının, rezil yönetimler sultası altında kalmış olması, bu koca coğrafyanın, bunca zaman ‘derin dondurucu’da yaşıyor olduğu anlamına gelmiyor. Sadece biz, oralarda ne olup bittiğinden habersiz olduğumuz için, Osmanlı döneminden bugüne hızla atlayıp, anlamsız yorumlar yapıyoruz o kadar. Hele bazılarına göre, sanki, Osmanlı ‘atalarımız’ oralardan çıktıktan sonra, bu insanlar kurda kuşa yem olmuşlar, sonunda ‘yetti gayri’ diye ayaklanmışlar, olay bundan ibaret. Sanki, oraları yönetmek atalarımızın doğal hakkıymış, biz oraları yönetirken herkes mutlu mesutmuş, Osmanlı’nın çekilmesi ile bu saadet bozulmuş!
Oysa,