‘Yeni statüko’nun, ‘yeni vesayet düzeni’nin, nasıl bir şey olduğunu, Kıbrıs’ta yapılan eylem üzerine verilen tepkiyle bir kez daha görmüş olduk. Türkiye’nin, Kuzey Kıbrıs’ı dünyadan tecrit’e sürükleyen resmi politikasını zamanında eleştiren iktidar partisi, şimdi bir eyleme tepki olarak, ‘benim için stratejik önemin var, paranı da ben veriyorum; kes sesini’ deyiverdi!
Aslında, şaşılacak hiçbir şey yok. ‘Muhafazakâr demokrat’lar için sorun olan, ‘liberal demokrat’ların sandığı gibi, ‘devletçi, güvenlikçi, milliyetçi statüko’ değildi. Sorun, mevcut statükonun efendilerinin kendileri olmamasıydı; statükonun dengesi kendi lehlerine değişince, her şey de değişti. Kıbrıs’ta yaşayanların iradesi değil, Türkiye’nin stratejik çıkarları önemli oldu; askeri rencide etmek suç oldu, her türlü muhalefet ‘Türkiye’nin düşmanlarının aleti olmak’ oldu.
Konuyu geçiştiriyorlar
İktidar partisinin yeni statüko anlayışı ve tavrı beni hiç mi hiç şaşırtmıyor. Kendisine liberal-demokrat diyenler ise ‘her şeye rağmen’ şaşırtmaya devam ediyor. Başbakan ve iktidar ile ters düşmemek kaygısıyla olsa gerek, son gelişmeler üzerine kimsenin dişe değer bir şey dediği yok. Herkes konuyu, geçiştirmenin bir
Aslında bu hep böyledir, birileri mücadele eder, birileri de, ‘devrim’in, ‘demokrasi mücadelesi’nin, ‘halkların uyanışı’nın ‘tadını çıkarır’. Ama, biz artık bu işin de, ‘suyunu çıkarmış’ vaziyetteyiz!
Özellikle 12 Eylül buldozeri siyasal mücadele zeminini ezip geçtiğinden bu yana, ‘devrim’, ‘demokrasi’, ‘mücadele’ ne varsa, hep birilerinin üzerinden veriliyor. Uzun bir süre, sol siyaset de, demokratlık da, ‘Kürt siyasal hareketi’nin rantının üzerine oturdu. Bir yandan, Kürtler ölüyor, hapse düşüyor, köylerinden ediliyor, kayıp nesiller yetişiyor, diğer yandan birileri onlara sözle ‘sahip çıkarak’, çok solcu, çok demokrat, çok ‘insan’ oluyor. Sonra, işler sarpa sarınca, Kürtlerden buz gibi soğumuyor, ‘ama siz de şiddetten vazgeçin’, ‘siz de az baskıcı değilsiniz!’, ‘bırakın bu Stalinist dili’ deniliyor.
En AB’ci en demokrat!
Demokrasi mücadelesi, zor, meşakkatli bir iş, kim uğraşacak? ‘İç dinamikler yetersiz’ fermanı veriliyor, demokrasi mücadelesi AB’ye devrediliyor. En AB’ci olan otomatik olarak en demokrat oluyor! Sonra, AB süreci sarpa sarıyor, en AB’ciler ara sıra AB’den söz ederek durumu geçiştirmenin yolunu buluyor, hatta, ‘Avrupasız Türkiye’ci oluyor.
Eski
Önce TV dizisi, sonra film dizisi olarak çok tartışma yaratan ‘Kurtlar Vadisi’ serisinin son örneği ‘Kurtlar Vadisi Filistin’, geçen hafta vizyona girdi. Ama, filmi beğenenler dışında kimse bir şey yazmadı! Üstelik geçen hafta, ‘Yahudi Soykırımı’nı anma haftasıydı.
Birçok liberal demokrat yazarımız, bu vesileyle gittikleri Polonya dönüşü, soykırım konusunu sadece İsrail politikalarına karşı eleştirileriyle ilintilendirdiler. Özellikle de bu hafta vizyona sokulan, bu son derece tartışılmaya muhtaç film veya daha doğrusu ‘fenomen’ ısrarla göz ardı edildi.
Tüm sığlığına rağmen bu filmi ciddiye almamak gibi bir lüksümüz olmadığını düşünüyorum. Kurtlar Vadisi serisinin, genelde şiddet ve karanlık ilişkiler övgüsü olması bir yana, siyasi mesaj taşıma gibi bir iddiası var ve izleyici kitlesinin algı ve beğenisi de bu yönde. O kadar ki, Yeni Şafak gazetesinin sinema sayfası filme ilişkin olarak, ‘Politik değeri sinemasal değerini aşan bir gösteri’ başlığını kullanmış (30 Ocak 2011).
Rambo masum değil
“Amerikan sinemasının da ‘Rambo’ serisi aynı şey değil mi?” diyerek konuyu geçiştirmek mümkün değil. Her şeyden önce ne Amerikan sineması, ne Rambo serisi hiç de masum örnekler değil.
Mısır’da olanlar üzerinden, bir yandan kestirmeden Türkiye üzerine dönen bir siyasal tartışma yapılırken, diğer yandan, ‘post-İslamizm’ kavramı çerçevesinde, ‘İslam ve demokrasi’ üzerine daha kapsamlı ve ‘derinlikli’ bir fasıl açıldı.
Aslında, ‘Post-İslamizm’ epeydir moda olan bir kavram, ama bizim medyaya düşmesi, Mısır tartışmasıyla oldu. Bu tartışmaya öncülük eden ünlü ‘İslamcılık uzmanı’ Oliver Roy’nın, 1994’te yayımladığı ‘Siyasal İslam’ın İflası’ başlıklı kitabıdır (The Failure of Political Islam, Harvard University Press). Roy, daha sonra Patrick Haenni ile birlikte, ‘La Post Islamisme’ başlıklı bir çalışma yayımladı (Revue du Monde Musulman et de la Mèditerranneè, 1999). Bu bakış açısı, İslamcılığın artık mevcut sistemler içinde daha ziyade kültürel, sosyal, ahlaki yönelişlere odaklandığını ve ‘siyasal’ iddiasının geriye çekildiğini vurguluyordu. 2000’li yıllarda, bu yaklaşım farklı terimlerle de olsa çok taraftar buldu. İslamcıların, özellikle şiddeti reddeden ve liberal ekonomiyle barışan yorumları baş tacı edilmeye başladı.
Post-İslamizm’e dayandı
Bu yönde gelişen geniş düşünce ve yazın yelpazesi içinde, ‘İslamcılığın demokratik bir toplumsal güç’ olduğu yönündeki
Mısır’da olanlar üzerine o kadar çok şey söylendi ve o kadar iddialı çıkışlar yapıldı ki, insan kendini, ‘meğer herkesin Mısır üzerine ne çok fikri varmış’, demekten alamıyor. Denilebilir ki, ‘Mısır’da olanları tartışırken sadece Mısır’dan bahsetmiyoruz, daha geniş kapsamlı bir siyaset tartışması yapıyoruz’. İşte mesele tam da bu, dahası böyle bir tartışma açmak hiç de anlamsız değil.
Ancak, Mısır üzerinden siyasal tartışma açmak için, her şeyden önce, Mısır hakkında biraz da olsun ‘malumat’ sahibi olmak gerekiyor. Bu açıdan, önce yaygın ‘yanlış’lardan söz etmekte fayda var. Yaygın yanlışların başında, Mısır’daki son olaylarda öne çıkmaktan özenle sakınan İhvan (Müslüman Kardeşler) Hareketi’nin ne derece ‘ılımlı’ bir İslami hareket olduğu konusundaki kanaat var.
Muhammed Mehdi Akif
İhvan Hareketi, 2005 seçimlerinde, büyük bir başarı yakalamıştı ve o dönemde, ılımlılaşma yönünde bir gelişme vardı. Ancak, geçen yıl şubat ayında, hareket içinde radikal kanat ileri çıktı ve ılımlı lider Muhammed Mehdi Akif geri çekilmek durumunda kaldı. Diğer taraftan, bu değişimi ‘muhafazakâr eski nesil’ ile ‘ılımlı yeni nesil’ arasındaki çatışma olarak algılamak büyük hata olur. Akif,
Hadi Tunus ilgi alanımızın uzağında, Türkiye’nin, Ortadoğu’nun en önemli ülkesi Mısır’da olanları kavrama düzeyi beni bile şaşırttı. ‘Beni bile’ diyorum, zira yıllardır Ortadoğu konusundaki ilgisizlikten yakınır dururum.
Mısır’da olanları ne ‘halk devrim yapıyor’, ne ‘Mübarek ne kadar dayanabilir?’ ne de, ‘Müslüman Kardeşler yönetimi ele geçirir mi?’ gibi sade suya tirit yorum ve sorularla anlamak mümkün değil. Öncelikle, kimse nedense, haberleri izlerken, çıplak gözle bile görebileceğimiz bir hususa gereken önemi vermiyor. TV’den izlediğimiz kalabalık, hem yoğunluk, hem de atılan sloganlar açısından, Mısır’da en güçlü ve örgütlü muhalefet çevresi olan İhvan-ı Müslümin’in (Müslüman Kardeşler) öne çıkmaktan kaçındığını gösteriyor.
Bu hususu yeterince dikkate almadan, olanları ve olabilecekleri anlamak mümkün değil. İhvan’ın temkinli yaklaşımının nedeni, bazılarının sandığı gibi, Mısır’da yaşayan Kiptilerin varlığı da değil. Mısır’da, farklı din ötesinde, farklı yaşam ve düşünce biçimlerinin zenginliği, İhvan’ı, böyle bir ülkeyi yönetmeye aday olma konusunda, şüphesiz tereddüde düşürüyor. Ancak, İhvan’ın bunun ötesinde kaygıları olsa gerekir. Zira, Mısır hem bölgesel, hem dünya
Yayına girdiği günden, hatta daha öncesinden, hakkında kıyametler koparılan ‘Muhteşem Yüzyıl’ dizisi ve ‘Kanuni dönemi’ üzerine epey şey söylendi. ‘Muhafazakârların tahammülsüzlüğünü’ eleştirenler haklı olabilir ama dizi, ‘ucuzluğu’ açısından gerçekten tahammül edilir gibi değil. Bir TV dizisinden tarih ve sanat adına fazla bir şey beklemek anlamsız olur. Ancak tarihi hatalar yutulur gibi değil, dahası dizinin görsel açıdan perde ve saten çarşaf reklamlarının ötesine gidememesi çekilir gibi değil.
Dahası, dizide harem sahnelerini bir yana bırakırsak, aslında Kanuni portresi fazlasıyla ‘milliyetçi-muhafazakâr’ zihniyete yakın çerçevede çiziliyor. ‘Cihan padişahı’ teması karikatür düzeyde, ama fazlasıyla vurgulanıyor. ‘İyi de, harem sahneleri dışında zaten pek bir şey yok!’ diyeceksiniz, o da doğru.
Necip Fazıl sevmezdi
Ama en önemlisi, muhafazakâr çevrenin tepkisinin aslında, zaman içinde ne kadar dönüştüğünün gözden kaçması. Bu çevre, öteden beri, ‘şanlı tarih’e gönderme yapmayı sever, önemser, ama büyük düşün adamı olarak gördükleri Necip Fazıl (Kısakürek) Kanuni’yi pek sevmezdi. ‘Kanuni’yi sevmeyen (veya hatırasına saygısızlık eden) ölsün’ ortamında bu husus pek
Tunus’ta mevcut iktidarın devrilmesi üzerine çok yazıldı, çizildi ama Türkiye’nin Tunus’a bakışı oldukça bulanık, söylenenlerin çoğu fazlasıyla muğlak. İlgi alanımızın uzağında bir ülkede olan bitenler hakkında fazla fikir sahibi olmamak anlaşılır bir şey, ancak herkes her konuda yorum yapmak gibi bir mecburiyet de hissetmemeli.
Her şeyden önce, Tunus, sıklıkla iddia edildiği gibi ‘laik’ bir ülke değil, bu noktadan hareketle Türkiye karşılaştırmaları yapma konusunda ihtiyatlı davranmakta fayda var. Bu ülkede sömürge sonrası siyasal iktidar yapısını Batıcı, seküler bir siyasal proje ve resmi ideolojinin belirlediği doğru ama, laikliğin hukuki temelleri yok. Tunus Anayasası’na göre resmi din İslam. İslam, resmi ideolojiye göre, fazlasıyla modernist biçimde yorumlanıyor o kadar.
İkincisi, Tunus’un hikâyesi de, (birçok başka örnekte olduğu gibi) ‘halktan kopuk’, Batı destekli, laik otoriter bir düzen ve ona karşı yükselen muhafazakâr tepkiden ibaret değil. Batı dünyası Tunus’ta mevcut iktidar yapısını sadece muhafazakâr tepkilere karşı değil, özellikle yetmişlerde yükselen sol hareketlere karşı desteklemişti. Yükselen İslamcılık, daha sonra birincil tehdit halini aldı. Ancak,