Lindau, Güney Almanya
Bu sorunun cevabını eminim benden değil Nobel ödüllü bilim adamı Oliver Smithies’ten duymayı tercih edersiniz.
Ve, hayır. Bilimde başarılı olmanın sırrı çok sıkı çalışmak değil. Çok sıkı oynamak.
“Şunu demek istiyorum” diyor Smithies. “Öyle bir uğraşı alanı seçeceksiniz ki, mesai olmayacak, oyun olacak. O işi yapmaktan o kadar zevk alacaksınız ki işe... Laboratuvara gitmek diyelim şuna... İşe oyuna gider gibi gideceksiniz. Böyle olduğunda başarılı olmak için gerekli zamanı harcamakta güçlük çekmezsiniz. Yani diyorum ki: Zamanınızı verin, ama oyun olsun. Sıkı çalışmayın. Sıkı oynayın.”
Hayatta çalışmadan elde edilecek tek şey başarısızlıktır, derler.
Aslında Smithies çok sıkı çalışın diyor ama buna koşul getiriyor. Tutku ve keyif.
İş seçtiğinizde (bunu ben ekledim) önce parayı düşünmeyin, demeye getiriyor. O işin size ne kadar haz vereceğini düşünün çünkü hayatınızın büyük bir bölümü işte geçecek. Herhangi bir uğraşta başarılı olmak için çok çalışmak lazım. Eğer işinizden haz alırsanız başarıya ulaşmak için gereken mesaiyi harcamak kolay olur.
Lindau, Güney Almanya
Gelecekle ilgili tahminlerde, genellikle, insanlığın geleceğinin olmadığı olasılığı hesaba katılmaz.
Oysa bu olasılığın artık hesapların başında gelmesi gerek. Çünkü yeryüzü sayı ve iştahı gittikçe artan insanların taleplerini karşılayamaz hale geldi.
Dünya nüfusu 1930’da iki milyar idi, bugün yedi milyara yaklaştı. Beş sene sonra dokuz milyarı aşacak.
Dünya alabileceğinden fazla insanın bindiği bir asansörün halatları gibi incelmekte ve kopmaya hazırlanmakta. Benim çocukluğumda sonsuz olduğu varsayılan dünya kaynaklarının artık limitleri olduğu ve bazı limitlerin aşılmasına yakın olduğumuz ortaya çıktı. Yeryüzü ve yaşamamıza olanak veren biyosfer (yeryüzünün canlılara hayat sağlayan tabakası) sonsuz bir ziyafet değil. Ama bunu görmek, duymak ve söylemek isteyen çok az insan var.
Bunlardan biri geçen hafta burada altmışa yakın bilim adamı ile yedi yüze yakın genç araştırmacının katıldığı toplantıda dinlediğim Tayvanlı bilim adamı Yuan Tseh Lee. Ülkeler kalkınmış ve kalkınmakta olan diye iki sınıfa ayrılıyor ama bu doğru değil dedi, 1986’da Nobel kimya ödülünü alan Lee.
“Aşırı kalkınmış ve daha aşırı kalkınmamış ülkeler var. Kalkınmamış ülkeler sadece
LINDAU Güney Almanya
İtici gücümüz bencilliktir. Sabahleyin uykudan uyandığımızda ilk kendimizi düşünürüz.
Hayatımızda rekabet işbirliğinden önce gelir.
Başkalarına yardım etmenin iyi olduğunu ancak sırtımız yere geldiği zaman hatırlarız.
Başarılı olmak için daha hızlı, daha hızlı koşmak zorundayız. Herkes Acelecilik Hastalığı’ndan muzdarip.
Koşuyoruz ama doğru yöne mi, bunu düşünmeye bile vaktimiz yok.
Herkes stres içinde.
Burada, Nobel ödüllü 59 bilim adamı ile 68 ülkeden 675 genç araştırmacının bir araya geldiği bu küçük adada, yeni şeyler öğreniyorum.
Bugün şunu öğrendim: Balığın ses telleri yoktur. Ama acı duyabiliyor.
Eğer oltanın ucunda sallanırken veya havasızlıktan zıplarken çığlık atmıyorsa acı duymamasından değil ağrısını sese çevirememesindendir.
Bir de şunu öğrendim. Örgütlenmeleri insanınki kadar karmaşık olan karıncalar savaşa gençlerini değil yaşlılarını sürerler.
Ve şunu: Türk iseniz hiçbir yerde siyasetten kurtulamazsınız. Toplantıya katılan ona yakın genç Türk araştırmacı “barış adına” iki İsrailli nobelliyi öğle yemeğine davet etmiş.
Dün de şunu öğrenmiştim: Kanserlerin yüzde 21’i bulaşıcıcı hastalıklar tarafından tetiklenebilir. Örneğin sarılık olmuş olan birisi daha sonra karaciğer kanserine yakalanabilir.
Ve şunları:
LINDAU Güney Almanya
Lindau Almanya’nın güneyindeki Bodensee gölünde, kıyıya iki köprüyle bağlı küçük bir adadır. Bir ucundan diğerine 15-20 dakikada yürüyebilirsiniz. Yapıların neredeyse tümü geçen yüzyıllardan kalma. Kaldığım beş-altı odalı otelin penceresinden görünen mavi panjurlu, dört katlı bina 1934 tarihini taşıyor. Ekmeğini satın aldığım fırın 1505’ten beri aynı yerde hamur yoğuruyor.
Altmış yıl önce bu adada ilginç bir olay oldu. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Almanya dünyadan yabancılaşmıştı. Lindaulu iki doktor tıp âleminin ödüllü simalarını adaya davet ederek bölgenin kopmuşluğunu sona erdirmeyi düşündüler. Lindau yakınlarında bir adada malikânesi olan İsveçli Kont Bernadotte’u yanlarına aldılar.
Üç Wolkswagen almaya yetecek kadar bir bütçeleri vardı. Ama 1950’de yapılan ilk toplantıya yedi Nobel ödüllü tıp adamı ile Almanya ve civar ülkelerden 400 doktoru getirmeyi becerdiler.
Zamanla toplantılar genişledi. Tıp dışı dallardan Nobel ödüllü bilim adamları ve öğrenciler de katılmaya başladı.
Güzel bir manzara
Tayyip Erdoğan ve “atom karınca” Dışişleri Bakanı’nın diplomasi ve uluslararası ilişkiler dersine ihtiyaçları var.
Çünkü söyledikleri ve yaptıkları gösteriyor ki bu konuda öğrenmeleri gereken çok şeyler var.
Gerçi emekli diplomatlar, yedi sene kadar rötarla olsa da bu ikiliyi rahleyi tedrisine aldı. Her ne kadar onlar kadar yetkin olmasam da ben de küçük bir katkıda bulunmak istiyorum.
Uluslararası ilişkilerin birinci dersi şudur:
Devletlerin dostları yoktur, çıkarları vardır.
İkinci dersi de şudur:
Kullanılan dil yumuşak ve nazik olmalı, en uç durumlarda bile açık kapı bırakmalıdır.
CHP, Genel Başkanı’nı değiştirdi. Şimdi soru şu: Genel Başkan CHP’yi, CHP Türkiye’yi değiştirebilecek mi?
1970’lerde Ecevit de Kılıçdaroğlu gibi bir önceki genel başkanı devirmişti. Rüzgârı arkasına alarak seçimlerden birinci parti olarak çıkmıştı. Ve başbakan olarak olağanüstü hayal kırıcı olmuş, ilk sandıkta devrilmişti.
Ecevit’in başarısız olmasının birçok nedeni var. Bunların en önemlisi iktidara geldikten sonra ne yapacağını bilmiyor olmasıydı. Ecevit’in ve yakın çalışma arkadaşlarının sloganlar ve romantik formüller dışında Türkiye için bir projeleri yoktu.
Arabayı satın aldıktan sonra ehliyet almaya uğraşan acemiler gibi duvara çarptılar.
Aynı tehlike Kılıçdaroğlu için de geçerlidir. Bir süre önce gazetelerde CHP merkez yönetim kuruluna seçilen kişiler ve görev dağılımları açıklandı. Bu görevlerin tamamı idaridir. TBMM ile ilişkilerden, örgüt ile ilişkilerden, meslek kuruluşlarıyla ilişkilerden, sivil toplum kuruluşlarıyla ilişkilerden, yurtdışı ilişkilerinden sorumlu kişiler var.
Peki, reform ve atılım kimin sorumluluğunda? Türkiye’nin sorunlarını bilen, bunlara çözüm üretecek uzmanlar nerede? Memleketini paradan çok seven, dünyanın herhangi bir şirketinde çalışacak
Kürt sorunu konusunda son yıllarda yapılan en akıllı önerilerden biri
CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’ndan geldi.
Arkadaşımız Fikret Bila’ya konuşan Kılıçdaroğlu yükselişe geçen PKK terörü karşısında, “Hükümeti suçlamak istemiyorum; bu tür olaylar üzerinden siyaset yapılmasını veya siyasi kazanç beklenmesini doğru bulmuyorum” diyerek söze girdi.
Ve şöyle devam etti:
“Terör, Türkiye’nin ulusal bir sorunudur. Bu soruna da ulusal düzeyde yaklaşmak gerekir. Terörle mücadele için ortak bir proje geliştirmemiz lazım. Bütün partilerin, devlet kurumlarının, anayasal kuruluşların, üniversitelerin, sivil toplum kuruluşlarının bir araya gelmesi lazım. Hep birlikte terörle mücadele için ulusal politika oluşturmamız lazım.”
Bu sözler iki önemli unsur içeriyor. Birincisi CHP’nin hükümet ne der veya yaparsa yapsın karşı çıkma politikasından vazgeçmesidir. Baykal’ın akılsız ve yıkıcı politikasını terk etmesidir.
İkincisi Kürt konusundaki tek çözüm yoluna işaret etmesidir. Kürt sorunu ulusal uzlaşma olmadan çözülemez. Bunun için yeni bir kurul veya konsey meydana getirilmelidir.