Altı kör adam varmış. Bir gün karşılarına bir fil çıkmış. “Bu ne?” diye sormuşlar.
Çevredekiler “Fil” diye cevap vermiş.
Körler daha hiç karşılaşmadıkları yaratığı incelemeye başlamışlar.
Biri filin bacağına dokunmuş ve “Fil bir sütundur” demiş. İkincisi kuyruğunu ellemiş ve “Fil fırçadır” demiş. Üçüncüsü hortumuna dokunmuş ve “Hayır, borudur” demiş. Dördüncüsü kulağına dokunmuş ve “Yelpazedir” demiş. Beşincisi karnına dokunmuş ve “Duvardır” demiş. Altıncısı dişine dokunmuş ve “Kalın bir kargıdır” demiş.
Sonuncusu hükmünü verince körler birbirlerini saçmalamaya başlamışlar, sonra kavgaya tutuşmuşlar.
Bir bilge araya girmiş ve “Hepiniz haklısınız” demiş. “Fili değişik şeylere benzettiniz çünkü her biriniz değişik bir yerini tuttunuz. Doğrusu şudur: Fil altınızın da söylediği şeylerin tümüne benzemektedir.”
İnsanın bir yaştan sonra aramaya başladığı şeylerden biri eski tatlar ve kokulardır. Doğduktan sonra hayatımın ilk dört-beş yılını geçirdiğim Trodos Dağları’ndaki Yağmuralan (Vroişa) köyü eski ve görkemli çam ağaçlarının yaşadığı bir çam ormanının içindeydi.
O zamanlar devamlı akan derenin kenarında arılı, pervaneli, parmaklarını içinden geçirdiğim zaman koku salan otlar vardı. Yabani nane olarak aklımda kaldı hep ama geçenlerde bir bahçe merkezini dolaşır, eski alışkanlıkla avucumu otların üzerlerinde gezdirirken o bölgeye has bir kekik olduğunu anladım.
Hepsini satın aldım. Şimdi bahçemde büyüyorlar.
Zaman zaman Dillirga köylerindeki tekneciler için olgun çamlar devrilirdi. Sessiz, ciddi yüzlü, dizlikli, altı çivi çizmeli Rumlar ağaçları satın alır ve keserle tekne yapmaya başlarlardı. Tekneler bitinceye kadar ormanda yatarlardı.
Ağacın kökünden yukarı doğru ilerledikçe tekneler ufalırdı. Oyularak, yontularak parlatılarak, ağaçtan çıkarılan, tornadan çıkmış gibi düz ve bembeyaz teknelerin keser vuruşları arasında doğmasını büyük bir ilgiyle izlerdim. Biten büyük teknelerin içinde yatmak hoşuma giderdi. Tekne ıslak ve serin bir yataktı. Dokunmak serin bir tene dokunma
Enerjisa, Ere ve Gama şirketlerinin sağladığı finansmanla Orta Doğu Teknik Üniversitesi’nin İnşaat Mühendisliği Bölümü’nde su mühendisliği dalında bir mükemmeliyet merkezi kurdu.
Amaç enerji projelerinin çevreye uyumlu bir şekilde geliştirilmesi için stratejiler üretmek.
Öğrendiğime göre takdim aşamasında, yani bitmiş ve sunuma hazır, dokuz proje var. Altı proje üzerinde ise çalışmalar sürüyor. Çalışmalar yüksek lisans araştırması düzeyinde yapılıyor.
Tamamlanan çalışmalardan biri Türkiye’nin tartışmasız en tartışmalı baraj projesi olan Ilısu/Hasankeyf.
Ortaya çıkan bulguları anlatmadan bu girişimi destekleyen üç şirkete şapkamı çıkarmak isterim. Çünkü yansız ve bilimsel olarak akademik ortamda yapılan çalışmalar siyasi ve ticari etkilerden uzak oldukları için enerji projelerine çok ihtiyaç duyulan bir ışık tutacaklar.
İnşaat iki defa durdu
Avrupa’nın en büyük ahşap binası. Büyükada’da Rum Ortodoks Patrikhanesi’ne ait bir yetimhane.
Başka bir dine ve ırka ait oldukları için onlara vatandaş muamelesi yapmayı reddeden bir hükümet 1964’te binaya el koydu. O kadar acele boşaltıldı ki çocuklar ayakkabılarını bile giyemeden binayı terk ettiler.
Patrikhane’nin “tüzel kişiliği yoktur” savı ile yetimhane Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün mülküne geçirildi.
Avrupa’nın en eski dini kurumu olan, Osmanlıların İstanbul’un fethinden başlayarak bünyesine aldığı Patrikhane nasıl oluyor da “tüzel kişiliksiz” oluyordu, kimse sormadı.
Bina önce talan edildi. Kuyruklu piyanonun kapağını bile götürdüler. Sonra çürümeye terk edildi ve viraneye döndü.
Uluslararası çevre merkezi
Hikâye biraz eskidi ama uzun zamandan beri aklımdan çıkmadığı için yazmak istiyorum.
Hatırlayacaksınız. AKP’nin önerdiği parti kapatmakla ilgili anayasa değişikliği bazı AKP milletvekillerinin desteklememesi nedeniyle reddedildi.
Ardından gazetelerde bir AKP milletvekilinin disiplini bozan bu milletvekillerinin listesini hazırladığını okuduk. Listedeki isimlerden biri eski Sanayi ve Teknoloji Bakanı ve Mersin Milletvekili Kürşad Tüzmen’e aitti.
Tüzmen iri yarı, yakışıklı, güzel sesli, “delikanlı”, aşırı milliyetçi görüşlere sahip bir politikacıdır. Adının listede çıkmasına büyük tepki gösterdi. Çünkü, kendi ifadesine göre, oylamada parti çizgisini terk etmemişti.
Tüzmen (benim başıma gelmesini istemem) listeyi hazırlayan milletvekilinin önünü keserek kızgın biçimde ona aklından geçenleri söyledi. Bazı milletvekilleri araya girmeseydi yüzleşme yumruklaşmaya kadar gidebilirdi.
Seninle ölüme giderim
Birkaç aydır Ingmar Bergman filmlerini topluyorum. Onu daha iyi tanıyabilmek için bir de hayatını ve yönetmenlik serüvenini anlattığı bir dokümanter satın aldım (Bergman Island).
Film 2004 yılında, yani Bergman’ın ölümünden dört yıl önce çekildi.
Dünyanın belki de en büyük direktörü olan Bergman o tarihte 86 yaşında idi. Baltık Denizi’ndeki okulsuz, postanesiz, doktorsuz, sürekli nüfusu 500 olan Farö adasında yaşıyordu.
Beş defa dünya güzeli kadınlarla evlenmiş, birçok serüven yaşamıştı ama bu adada, gençliğinde yaptırdığı 56 metre uzunluğunda evde, tek başınaydı.
Fakat kendini yalnız hissetmiyordu. “Bazen günlerce hiç kimseyle konuşmadığım oluyor. ‘Şu telefon konuşmasını yapmalıyım’ diyorum, ama erteliyorum. Çünkü konuşmamakta zevk veren bir şey var. Bu sessizlik çok harika.”
Herkesin kendine has bir dünyası var. Bergman galiba artık tamamen o dünyaya çekilmişti. Dolunayda, sessizlik tam iken, uyuyamadığı, ileri geri yürüdüğü gecelerde, şiddetli bir biçimde başka gerçeklerle, ona bir şeyler fısıldamak arzusu taşıyan başka varlıklarla çevrili olduğunu hissediyordu.
En ünlü filmlerinden biri olan The Seventh Seal (Yedinci Mühür) filmini anlatırken ölümden bahsetmeye
Türkiye’nin Birlemiş Milletler Güvenlik Konseyi’nde çoğunluktan koparak İran’a karşı uygulanacak ambargoya karşı oy kullanması oluşum halindeki bir gerçeği kristalleştirdi.
Türkiye artık ABD ve Avrupa’nın bütün dış politika konularında desteğine güvenebileceği, kolaylıkla manipüle edilen, uysal ve sadık bir müttefik değil.
AKP en sonunda Soğuk Savaş’ın sona erdiğini fark etti ve dış ilişkilerinde bunun yarattığı hareket özgürlüğünü kullanmaya başladı.
Bu gelişmeyi etkileyen birkaç başka önemli unsur daha var.
Bunlardan biri Fransa, Almanya ve Avusturya gibi kibirli Avrupa ülkelerinin küçük düşürücü bir stille Türkiye’yi dışlamalarıdır.
Bir diğeri ise AKP’nin İslami eğilimi ve bunun neredeyse otomatik olarak beraberinde getirdiği İsrail ve Amerikan düşmanlığıdır.
AKP’nin dış politikasını sık sık soğukkanlı rasyonellikten uzaklaştırıp bağırma-çağırmalı duygusallığa taşıyan, hakkında şüpheler uyandıran neden bu unsurdur.
Az gelişmiş ülkelerin bir zenginlik potansiyeli var bir de gerçekleştirdikleri zenginlik.
Aradaki farkı belirleyen yönetimin kalitesidir.
Bunun anlamı şudur: Bir ülkede yaşayanların ne kadar müreffeh olduğunu belirleyen o ülkenin ne kadar iyi yönetildiğidir.
Doğal kaynaklar, toprakların büyüklüğü vesaire gibi unsurlar da önemlidir ama belirleyici değildir.
Nijerya doğal kaynak açısından dünyanın ne zengin ama kişi başına düşen gelir olarak en fakir (ve en kötü yönetilen) ülkelerinden biridir.
Singapur, İstanbul kentinden ufaktır ve coğrafi konumundan başka doğal kaynağı yoktur ama dünyanın en zengin (ve en iyi yönetilen) ülkelerinden biridir.
Ulusların zenginliğini belirlemede yönetim kalitesi her şeyden daha önemlidir.