İmralı'daki dava sürerken... Okurlarımızın aklına takılan sorulardan biri şu:
- Abdullah Öcalan idam cezasına çarptırıldığı ve TBMM bu kararı onaylama eğilimine girdiği takdirde, idam cezasına çarptırılmış olup kararları TBMM'de bekletilen 200'e yakın hükümlünün durumu ne olacak? Önce onların cezası mı infaz edilecek?
Soruşturduk... Öyle bir koşulun olmadığını öğrendik. TBMM'ye sonradan gelen bir dosya sıraya konmayabilir, öne geçirilebilirmiş.
***
Bir başka soru....
DGM Yasası değiştiği ve askeri yargıcın yerini sivil yargıç aldığı takdirde bu mahkemelerde görülmekte olan diğer davalar ne olacak?
Galatasaray antrenörü Fatih Terim, "Türk toplumunda Osmanlı'dan kalma bir yabancı hayranlığı var!" demiş basın toplantısında. Doğrudur. Çok garip bir hayranlıktır bu... Taner Timur, "Osmanlı Kimliği" adlı kitabında bu hayranlığı anlatırken ekler:
- Osmanlılar Batı'ya hayranlıkla bakmış ama onu sevememişlerdir...
Bu ikilem günümüzde de yaşanır. Batı'ya hayranlık ve saygı duyulur ama sevgi duyulmaz. İşi spora indirgersek... Yabanca antrenör peşinde koşulur ama o yabancı çok başarılı olamazsa tez zamanda kuyruğuna teneke bağlanır.
Türk antrenörlerinin bu açıdan bir avantajlarının olduğu söylenebilir.
***
Söz futboldan açılmışken... Galatasaray yönetimine birkaç satır yollayalım..
Mahkemede işi en zor olan en yüksek yerde oturandır. İşte onlar için Francis Bacon'dan birkaç söz:
"Yargıçlar görevlerinin `ju dicare' (hakkı söylemek) olduğunu unutmamalıdırlar. `Jus dare' (hakkı vermek) değil, yasayı yorumlamaktır görevleri. Yasa yapmak ya da yasayı koymak değil... Yoksa yargıçlık yetkisi Kutsal Kitap'ı sözümona açıklarken değiştiren, ona hiç içinde bulunmadık eklemeler yapan, eskiye bağlılık perdesi altında yenilikler ileri süren Katolik Kilisesi'nin yetkilerine döner... Bir yargıcın zeki olmaktan daha çok bilgili, alkış düşkünü değil saygıdeğer, kendine katı güvenli değil uyanık olması gerekir. En önemlisi de yargıcın kendine özgü başlıca erdeminin doğruluk olmasıdır..."
*Bir insanın tek başına mutlu olması utanılacak birşeydir.
Albert Camus
Ülkemiz sanat çevrelerinde hemen hiç tanınmamasına rağmen Avrupa'da az zamanda büyük işler başaran genç bir sanatçıyı takdim edelim... Adı Ulaş İnaç... Opera sanatçısı... 27 yaşında...
Ünlü Alman besteci Richard Wagner'in torunu Eva Wagner'in yönettiği "Avrupa Müzik Akademisi Topluluğu"na 3 bin aday arasından seçilmiş... Paris Konservatuarı mezunu... Fransa'da yaşıyor...
Bir ortak dost, Ulaş hakkında şu bilgileri veriyor:
- Ulaş'ın Fransa'daki başarılarından ne Türkiye'nin ne dışardaki temsilcilerimizin haberi var. Bizim adını duymadığımız, dolayısıyla ilgilenmediğimiz bu genç yetenek için Fransızlar seferber oldu. Paris Konservatuarı yönetimi, yeteneğini keşfedince okul masraflarının karşılanması için bizzat araya girip İsviçreli bir işadamına mektup yazdı. "Elimizde müthiş bir Türk öğrenci var, sponsor olur musunuz?" diye... İnanır mısınız, bir hafta geçmeden Ulaş'ın bir senelik parası yatırılmıştı. O işadamı ikinci sene talep olmadan yine yatırdı masrafları... Ayrı bir kültüre sahip çünkü bu insanlar: Kişilere değil, sanata destek verdiklerinin bilincindeler... Bizde ise ne acı ki, bu tür yatırımlar "sadaka" niyetine veya "İle
Çalıştığı üniversiteye kendini Amerikan vatandaşı olarak takdim etmiş... Yabancı öğretim üyesi faslından normalin üç kat maaş almış... Oğlunu yabancı öğrencilerle birlikte sınava sokarak daha iyi bir yer kazanmasını sağlamış... Kah ABD'de çalışmış, kah Türkiye'de... Türk - Amerikan çifte kimliğini kazanca dönüştürmeyi çok iyi başarmış... Oya Akgönenç Hanım, sonunda TBMM'ye Türk milletvekili olarak girmiş. Hem ABD'ye bağlılık yemini var, hem Türkiye'ye...
Bir dostumuz Siyasal Bilgiler Fakültesi 1962 mezuniyet yıllığını iletti dün. Doçent Oya Akgönenç, SBF'den o yıl mezun olmuş... Sınıf arkadaşları arasında hayli popüler olmalı ki, hemen her sayfada bir vesileyle söz ettirmiş kendisinden... Örneğin, "İster İnan, İster İnanma" başlıklı köşede şu satırlar:
"Oya Akgönenç, 27 Mayıs'tan önce Zafer gazetesinin (DP'nin gayri resmi yayın organı) muhabiri olduğu halde 28 Mayıs günü "Mülkiyeliler adına" İsmet Paşa'ya gidip elini öpmüştür..."
"Ne ise halin o çıkar falin" adlı köşede de ilk sırada yer almış. Bu bölümde kendisiyle ilgili şu satırlar okunuyor:
"İdarecilik kabiliyetiniz fevkalade. Nermin'e (Prof. Nermin Abadan) daha
Hafta başında İstanbul'da yapılan "Taksim Toplantıları"nın konuğu Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel'di. Bulunduğu ortama göre en "uygun" görüşleri savunma ustası olan Baba, demokrasi, insan hakları, hukuk devleti arasında daldan dala uçarak İstanbullu aydınların gönlüne girmeye çalıştı.
Toplantının soru - yanıt bölümüne geçildiğinde DİSK Tekstil - İş Başkanı Süleyman Çelebi söz alıp şöyle dedi:
- Geçen yıl `Sigortasız ve Sendikasız Çalışma!' kampanyası düzenledik. Çünkü devletin sigortasız çalışmadan 4 trilyon kaybı vardı. Hükümetten destek göremedik. Bu konuda bir şeyler yapmayı düşünüyor musunuz?Baba, salonda esen "demokrasi rüzgarı"nda sörf yaparak yanıtladı:
- Sigortasız ve sendikasız işçi çalıştırmak illegal (yasadışı) bir iştir. Bunun önlenmesi lazım... Uygulamada birtakım hatalar varsa bunun da düzeltilmesi gerekir.
Türkiye'de sendikalı olmak isteğe bağlıdır. Baba'nın hızını alamayarak sigortasız çalıştırmanın yanına sendikasızlığı da eklemesi, eğer salondaki demokrat kitleyi tavlamaya yönelik değilse, masum bir "demokrasi sürçmesi"dir.
Doktor Oktar Babuna bir arkadaşıyla saatlerce tenis oynadı. Duşunu aldı. Kendini demir gibi hissediyordu o gün. Ve ertesi gün, aradan 24 saat dahi geçmeden, lenf bezlerinde şişme farketti. Testler yapıldı; ölümcül teşhis kondu: Lösemi... Hiç beklenmedik anda kapıyı çalan bir bela...
Sonrası malum... Onbinlerce gönüllü, adını belki de ilk kez duydukları bu genç adama yardım için seferber oldu... Bünyesine uygun kemik iliğinin bulunma ihtimali "50 binde bir" de olsa, insanlar "Bir ihtimal!" deyip kuyruklara girdiler, kan örnekleri verdiler.
Bu kadarla kalmadı... Aynı insanlar "1'er milyon" kampanyasına da katıldılar. Genellikle dar ve orta gelirli insanların katkılarıyla 400 milyar liraya yakın para toplandı. Bu paralarla Türkiye'den alınan kan örnekleri yurt dışında incelendi, sonuçlar Türkiye'ye gönderilerek bilgisayara geçirildi. Gerçi henüz Oktar Babuna'ya uygun ilik bulunamadı ama... Paralar da boşa gitmedi... Kayda geçirilen bilgiler yarın başka hastalara uygun ilik bulunmasına yardımcı olacak. Bu bilgiler "Kemik İliği Bankası"nın ilk bilgilerini oluşturdu.
Ne var ki, yurt dışında yapılan testler hayli pahalı olduğundan
Milliyet'in geleneksel Yılın Sporcusu Ödül töreninde Eskişehirspor'un eski başkanı Aydın Begiter'le ayaküstü sohbet ediyoruz... Anılar arasında gidip gelirken bir ara rahmetli Şükrü Gülesin'in adı geçiyor. Ve bir anısını anlatıyor Begiter:- Çok sayıda gazeteci arkadaşla birlikte Dünya Kupası'nı izlemeye Almanya'ya gitmiştik. Dediler ki, "Bir İtalyan lokantasına gidelim. Şükrü Abi İtalyanca biliyor nasılsa. Hem İtalyan yemeklerini de tanır..." Neyse girdik lokantaya... Garson geldi; bizi oturtmak için masa arıyor... Fakat nedense bomboş lokantada uygun bir yer bulamıyor.. Kasadaki babasıymış. Sonunda adamcağız da dayanamadı, İtalyanca seslendi:
- Oğlum n'apıyorsun, herhangi bir yere oturtsana!..
Oğlan da "Nasılsa bunlar İtalyanca bilmiyordur" diye göz ucuyla 150 kiloluk Şükrü'yü gösterip;
- Bu ayıya uygun bir sandalye arıyorum, demiş.
Bunu duyar da Şükrü yerinde durur mu!.. "Ulan p....k!" diye garsonu kovalamaya başladı. Oğlan kaçıyor, Şükrü peşinde... Zavallı çocuğun babası araya girip özür diledi de biraz olsun yatıştı Şükrü.. O vesileyle de muhabbeti koyulttu adamcağız:
- İtalyancayı